*Bodrum'daki orman yangınlarından.
Temmuz ayının son haftasında başlayıp ağustos ayının ortasına kadar geçen günler, eyyam-ı bahur olarak bilinir. Kelime grubunun karşılık geldiği anlam, gayet açık.
Türkçeye Arapçadan geçen bu kavram, gün kelimesinin çoğulu (yevm/eyyam) ve sıcak anlamına gelen "bahur" kelimelerinin bir araya gelmesi ile oluşuyor.
Özellikle Akdeniz ve Ege'deki Osmanlı vilayet salnamelerine bakıldığında görülüyor ki, Eyyam-ı Bahur, öncesiyle ve sonrasıyla oldukça önemli bir tarih olarak saptanmış.
Örneğin Salname-i Vilayet-i Aydın'ın (Aydın Vilayet Yıllığı) 7-10'uncu sayfalarına göz gezdirdiğimizde "Evvel-i Eyyâm-ı Bahûr" ve "Âhir-i Eyyâm-ı Bahûr" gibi, şiddetli sıcak günlerin öncesi ve sonu gibi tarihlere dikkat çekildiğini görüyoruz.
Evrensel bir ünlem
Eyyam-ı Bahur, sadece Osmanlı'da kullanılan bir kavram da değil. Başta Akdeniz ülkeleri olmak üzere, merkez ve Batı Avrupa ülkelerinde de son derece yaygın olarak kullanılıyor.
Zira, Osmanlı'nın öncülü konumunda olan Bizans (Doğu Roma) devletinin Latince tutulan kroniklerinde diēs caniculārēs tanımına rastlamak mümkün.
Tanımın aslı, astrolojik bir inanışa ve Büyük Köpek Takımyıldızı'nda bulunan Sirius çiftyıldızına dayanıyor.
Modern Avrupa'nın zihinsel altyapısının Antik Yunan ve Antik Roma geleneklerinin yeniden üretilmesi ile kurulduğunu düşünecek olursak, bu durum pek de şaşırtıcı olmasa gerek...
Bugün kültürel boyutta ve sınırlı seviyede etkili olan yıldız falı gibi gelenekler, Orta Çağ öncesi dönemden başlayarak Yakın Çağ'a kadar pek çok insan -hatta devlet- için gündelik hayatın bir parçasıydı.
Farklı medeniyetler aynı veya benzer kavramları farklı şekilde tanımlar. Eyyam-ı Bahur özelinde düşünecek olursak, benzer olayların ve koşulların yaşandığı günler, her kültürde farklı bir anlam buldu.
İngilizlerin Dogdays veya Almanların Hundstage olarak adlandırdığı günlere, yıldızlardan uzak ve Şarki bir tanımlama ile eyyam-ı bahur dendi.
Lügatler, salnameler veya kronikler hangi vilayete veya devlete-medeniyete ait olursa olsun, açıkça görülüyor ki, ağustos ayının sonu ile temmuz ayının ortasını kapsayan günler "olağandışı" sıcakların yaşanacağı günler olarak mimlenmiş öteden beri.
Türkiye'nin ciğerleri yanarken
Birbiri ardına çıkan orman yangınları, temmuz ayının sonundan bu yana Türkiye'nin gündeminde.
10 Ağustos 2021 tarihi itibariyle, 28 Temmuz'dan bu yana 53 ilçede 270 yangın çıktı. Yangınlarda 8 kişi hayatını kaybetti. 10 binlerce hektarlık alan kül oldu. Doğal ekosistem, yenilenmesi uzun yıllar sürecek ağır yaralar aldı.
Avrupa Birliği Komisyonunun her yıl hazırladığı "Orman Yangınları: Avrupa, Orta Doğu ve Kuzey Afrika" raporlarına göre, son üç yıldır bu bölgelerde en çok yangın temmuz ve ağustos aylarında yaşandı.
Komisyon'un raporu, Şark alimlerinin ve Antik medeniyetlerdeki gök keşişlerinin saptamalarını doğrular nitelikte.
Beşerî yıkım ve rantzedeler
Yangınların çoğunlukla Akdeniz ve Ege'deki tatil bölgelerinde çıkması, ayrıca dikkat çekici. İnsanın söylemeye dili, yazmaya eli varmasa da sermayenin kesemediği ağaçlar, yangınlardan sonra betonlaşıyor ne yazık ki.
Sözgelimi, 2007 yılının temmuz ayında, Bodrum'daki Güvercinlik Koyu'nda 3 ayrı noktada yangın çıktı. Yangın sonrasında kül olan 150 hektarlık alanın yeniden ağaçlandırılması bekleniyordu.
Aslında, bekleniyordu demek de yanlış. Zira o zamanki Anayasa'nın 169'uncu maddesi de ormanları koruyordu (!):
Devlet ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz. (T.C. Anayasası, 2007)
2007 yılında yanan bölgede, şu sıralarda bol yıldızlı otel ve işletmeler faaliyet gösteriyor.
Türkiye'deki orman yangınları ile otel vb. işletmelerin sayılarının da paralel bir artış izlemesi, oldukça dikkat çekici. Bakalım, yanan bölgelerin ne kadarını yeniden ağacın yeşili ile yeşillendirmeyi seçeceğiz?
Siyasallaşma, siyasallaştırmama
Türkiye'nin dört bir yanı alevlere teslim olmuşken, toplumsal yapıdaki kutuplaşmışlık hali kendini bir kez daha gösterdi. Pek çok sosyal medya kullanıcısının yaptığı Help Turkey çağrısı, iktidar cenahınca "Türkiye'yi zayıf göstermeye yönelik bir 5'inci kol faaliyeti" olarak değerlendirildi.
THK'nın uçaklarının çürümeye terk edildiği anlaşılırken, kenevirden yapılmış bezlerin içinde çay poşetleri havalandı yangınzedelerin üzerinde...
Ormanlardan sorumlu Bakan, suçu çoğunluğu muhalefet partilerinin idaresinde olan belediyelere attı. "Bu, hepimizin ortak meselesidir. Siyasallaştırmayalım" minvalinde açıklamalar yaptı.
Bir kitap, bir cevap
Oysa, ekoloji mücadelesinin politik bir mücadele olduğunu söylüyor Beyza Üstün. Yeni kitabı Doğayı, Emeği, Yaşamı Korumak: Ekoloji Politik Yazılar (İletişim Yayınları, 2021), tam da ekoloji mücadelesinin siyasallaştırılmaması gerektiğini düşünenlerin okuması gereken bir yapıt.
Üç kısımdan oluşan kitap, Beyza Üstün'ün katıldığı sempozyumlarda yaptığı konuşmaların, Yeni Yaşam gazetesinde farklı tarihlerde kaleme aldığı yazıların, kendisiyle yapılan söyleşilerin ve yazdığı makalelerin (çeviri dahil) bir araya gelmesinden oluşuyor.
Mehmet Horuş'un kaleme aldığı Ekoloji Politiğe Giriş, önsözden önce karşılıyor okuyucuyu. Horuş'un kaleme aldığı bölüm, ekoloji politik mücadelenin sac ayaklarını okuyucuya anlatırken Beyza Üstün'ün bireysel mücadelesine de değiniyor.
Mühendis, aktivist ve siyasetçi
Beyza Üstün, lisans eğitimini inşaat mühendisliği alanında tamamladıktan sonra yükseköğrenimini çevre mühendisliği alanında yapmış bir akademisyen olduğu için, ekolojik yıkıma ve antrposenik etkilere akademik perspektiften bakabilme niteliğine de sahip.
Kitabın sayfalarını çevirdiğinizde, Üstün'ün kavramlarla kurduğu etkileşimi okuyucuya aktarırken bilimsel ama anlaşılır bir dil kullanması ayrıca üzerinde durulması gereken bir husus.
Akademik sıfatının yanı sıra aktivist ve siyasetçi tarafları olan da Üstün, ekolojik yıkıma dışardan değil, içerden, yıkımı engellemek isteyenlerin ve enkazı altında kalacak olanların saflarından bakıyor.
Kitabın birinci kısmı olan Doğayı Korumak: Ekoloji Politik, Horuş'un giriş niteliğinde anlattıklarını ve ekoloji politik teoriyi olaylar, olgular ve tepkiler üzerinden detaylandırıyor.
Ekolojik yıkımın patriyarkal emperyalist ve kapitalist sistemin doğal bir sonucu olduğunu ve sistemin öğütücü dişlerinin bilhassa suyun ticarileşmesinden ve 2008 krizinden sonra keskinleştiğini belirtiyor.
Suyun ticarileşmesi
Kitabın ikinci kısmı ise Suyu Korumak başlığını taşıyor ve Üstün'ün suyun ticarileşmesine karşı verdiği bireysel mücadelenin toplumsal mücadeleyle kesişimi anlatıyor.
Bu bölümde yer alan Kapitalizmin Kıskacında Doğa makalesi, ekolojik yıkımda kapitalizmin payını anlamak için bir anahtar niteliği taşıyor.
Söz konusu makalenin öncesinde suyun ticarileşmesinin etkilerine dikkati çeken Üstün, bölümün sonlarında kuraklık sıkıntısı çeken bölgelerin makus kaderinin beşerî ve ideolojik tercihlerle çizildiğini anlatıyor yerel resimlerle.
Yeni siyaset, yeni anlayış
Kitabın üçüncü ve son bölümü olan Doğayı Korumak İçin Siyaset, bir tür görev çağrısı aynı zamanda.
25'inci dönemde HDP İstanbul Milletvekilliği yapan Beyza Üstün, rant siyasetine karşı ekolojik siyasetin geliştirilmesi gerektiğini, ekolojik yıkımın siyaset üstü tutularak değil, siyasetin merkezine alınarak önlenebileceğini anlatıyor.
Kitabın bu bölümü, ilk iki bölümü okunmadan okunduğu takdirde, safi siyasi içerikli makalelerin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş sanılabilir. Bir zihniyeti, bir anlayışı anlamanın yolu olarak okunduğu takdirde ise, karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor.
Üstün, ekolojik yıkımın çok boyutlu olduğunu, sadece HES'lerle, mega projelerle olmadığını, bireysel hayattan toplumsal yaşama; her şeyi yıkan bir sistem olduğunu söyleyerek bitiriyor kelimelerini.
1950'lerde doğaya egemen olmaya başlayan insanoğlu, şayet bu hızla giderse, yaşayabileceği tek sistemi, doğayı, artı üretim için tamamen yok edecek. Artı değer kavramındaki değeri, yeniden değerlendirmek için çok mu geç kaldık?
(AÜ/PT)