Yıllar önce bir sahafta bulduğum Palyaço’yu okuduğumda, niye kimse bana Heinrich Böll’den söz etmedi, diye şaşırmıştım. Almanya ve edebiyat denilince Goethe’den, Kafka’dan başlayarak, Thomas Mann, Hermen Hesse’ye kadar pek çok yazarın eserlerini okumuştuk da Böll’ü tavsiye eden kimse olmamıştı.
Bir önceki yazımda Hitler hayranı Knut Hamsun’dan söz edince, Alman ordusunda savaşa katılmış, ancak yazarlık kariyeri boyunca hem eserlerinde hem de söylemlerinde Nazizm’in karşısında durmuş Heinrich Böll’den sizlere söz etmem gerektiğini düşündüm. Kitapçıya girerken hangi kitabını bulursam onu okumaya razıydım, ancak görevli arkadaş beni bir yığın Böll romanın yanına götürünce seçme hakkım doğdu. Meğer Can Yayınları, bu yıl Heinrich Böll’ün kitaplarını yeniden basmış, hem de çok özel bir kapak serisiyle…
Yazarın en değerli eseri!
Böll’ün epey romanını okuma listeme alarak, ondan fazla kitap arasından “Fotoğrafta Kadın da Vardı”yı seçtim. Hem arka kapak yazısı ana karakteri Leni’yi merak ettiriyordu hem de Böll, bu romanın ardından Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştı. Üstelik Nobel Komitesi şöyle bir yorum yapmıştı: “Yazarın en değerli eseri, başyapıtı.”
Bazılarınızın Nobel’e karşı düşüncelerini biliyorum ama bunu unutun, hiçbir ödül almamış olsaydı bile Böll’ün hem bu romanını hem de diğerlerini okumamız gerekirdi. Edebiyatseverlerin bu konuda pişman olacağını sanmam.
Suskun ama kararlı bir kadın
Almanca orijinal adı, “Gruppenbild mit Dame” olan Fotoğrafta Kadın da Vardı, Heinrich Böll'ün 1971 yılında yayımlanan romanı. Kahramanımız Leni Pfeifer adında 48 yaşında bir kadın.
“Doğaldır ki Leni her zaman 48 yaşında değildi, bu nedenle mecburen geriye bir bakış atmamız gerekecek” diyen yazar, hikaye boyunca Leni’nin çocukluğundan itibaren yaşadıklarını aktarıyor.
30 yıllar. Nazizm. Savaş. Ekonomik buhran. Ahlaki çöküntü. Aile dramları. Aşk acısı. Bir sürü sıkıntı… Ancak Leni, ne kendi ne de bunlar hakkında bize hiçbir şey anlatmıyor. O çok konuşkan biri değil, sadece kararlı bir kadın ve bildiğinden şaşmıyor. İşte Leni hakkında, kitaptan bir yorum:
Leni’ye sorsanıza! Söylemesi kolay. O kendisine soru sorulmasına izin vermiyor, sorulduğunda da yanıtlamıyor.
Hikayeyi ‘gözlemci anlatıcı’ anlatıyor
Romanın detaylarına girmeden önce anlatımına değinmeliyim. Kendinden “yazar” diye söz eden bir anlatıcı var, roman boyunca tüm hikayeyi o bize aktarıyor. Oldukça farklı bir anlatım şekli, çünkü anlatıcı Leni’nin hikayesini toplumsal ve bireysel bakış açısıyla değerlendiren bir gözlemci gibi hareket ediyor.
Yazarı ilk etkileyen bir fotoğraf, toplumsal ve bireysel hafızayla ilgili bir metafor! Romanın başlarında Leni'nin bir grup insanla birlikte çekilmiş bir fotoğrafından söz ediliyor. Bu fotoğrafla birlikte, içinde olduğu toplumun Leni'yi (yani ‘dame’ı, kadın figürünü) nasıl görmezden geldiğine, silikleştirmek istediğine işaret ediyor.
Leni, aslında olayların merkezinde yer almasına rağmen, görülmek, duyulmak, en azından olduğu gibi kabullenilmek istenmeyen biri. Böll, bu "fotoğraf" üzerinden, toplumsal hafızanın nasıl işlediğine de dikkat çekiyor. Toplumun, tarihi ya da bireyleri nasıl çarpıtabileceğini, önemsemeyebileceğini, gözden çıkarabileceğini ya da unutturabileceğini gösteriyor.
Böll’ün bakış açısıyla toplumsal eleştiri
Can Yayınları’nın 2024 baskısı ve Sezer Duru çevirisiyle okuduğum romanda, anlatıcı yazar Leni’nin hayatı ve çevresindeki insanlar hakkında yorumlar yapıyor. Tarafsız bakış açısını korumaya çalışan anlatıcı, bununla yetinmiyor tabi ki. Savaş sonrası ortaya çıkan toplumu eleştirmekten geri durmuyor.
Bu eleştiriler yazarın ülkesi olduğu için sadece Alman toplumuna yönelik gibi algılanmasın, bu noktada evrensel düşünmek lazım. Aslında biliyoruz ki anlatıcı, Böll’ün bakış açısını yansıtıyor ve asıl yazarımızın düşünceleri de tüm insanlığı ilgilendiriyor.
Romana dönersek, Leni’ye büyük bir saygı ve hayranlık besleyen anlatıcı yazar, insan ilişkilerindeki bozulmayı belgesel tadında anlatıyor. Leni’nin hikayesini çok yönlü bir şekilde alan anlatıcı; fotoğraflar, mektuplar, eşyalar, tanıklar, röportajlar yardımıyla bir kurgu karakterin biyografisini yazıyor.
Rus bir esire aşık olan Alman kızı
Romanın konusuna gelirsek; savaş yıllarında faşizm baskısı altında kıvranan yozlaşmış bir toplum düşünün, 30’lardan başlayan bu dönem Türk işçilerin Almanya’ya gittiği 60’ları da kapsıyor. Bu romanda Mehmet adında bir karakter de var… Daha romanın başlarında Leni’nin kiracıları arasında Portekizli bir aile ve üç Türk işçi olduğunu öğreniyoruz. Romanı okuyacaklar için düşünerek fazla detaya girmiyorum.
Kahramanımız Leni, yaşadığı onca bireysel travmaya ve maruz kaldığı toplumsal baskıya rağmen dimdik durabilen bir kadın. Anlatıcı, hikayeye 70’lerden başlıyor ancak Leni’nin hayatını kırk yıl kadar geriden ele alıyor.
İlerleyen sayfalarda öğreniyoruz ki güzel ve zeki Leni, tutsak düşmüş bir Rus askeri olan Boris’e aşık oluyor. Tabii ki Boris’in varlığı, statüsü Leni’nin ailesi ve çevresi tarafından kabul görmüyor. Leni her şeye rağmen Boris’ten çocuk sahibi oluyor, oğlu Lev’i dünyaya getiriyor. Lev’in hapiste olduğunu öğrenmiştik, Boris’in akıbeti ise yıllarca bilinmiyor.
Savaşın insanlara yaşattığı travmalar
Bir hayat üzerinden savaşın bireyler üzerinde yarattığı travmaları çok net hissettiren romanda, Leni payına düşeni fazlasıyla alıyor. Anlatıcı yazarımız Leni’ye toz kondurmuyor, onun yerine kahramanımızın yaşamı üzerinden toplumun ahlaki çöküşünü, bireylere karşı gösterdiği acımasızlığı, toplumsal baskıyı gözler önüne seriyor. Bu yıkım hem fiziksel hem de manevi olabiliyor.
Böll'ün gizliden gizliye hissettiğiniz mizahi ve ironik bir dili var. Herhalde bu da insanlık hallerine ilişkin eleştirilerini daha da etkili kılıyor.
Topluma karşı tek başına bir duruş
Özetle romanda bir tarafta savaşın yıkıcı etkileri, yozlaşmış bir toplum diğer tarafta toplumsal normlara kafa tutan, kendi ahlaki duruşunu, insani değerlerini korumaya çalışan bir kadın var. Bürokrasi, kilise, aile, çevre, dayatmacı ahlak anlayışı, ekonomik durum, sosyal yapı gibi çeşitli formlarda kendini gösteren topluma karşılık Leni, tek başına bir duruş sergiliyor.
Bu nedenle “Fotoğrafta Kadın da Vardı” romanını, toplumsal yozlaşmaya karşı bireysel bir direniş gibi yorumladım. Ne temelsiz dayatmalara ne de gereksiz beklentilere boyun eğmeyen Leni’nin hiç de kolay bir hayatı olmuyor, ancak sonuna kadar onurunu korumayı başarıyor.
Heinrich Böll, Leni’nin mücadelesi ile bireylerin, yozlaşmış bir toplumda bile insani değerlerini, ahlaki duruşlarını koruyabileceklerini, toplumsal baskılara karşı direnebileceklerini vurguluyor bence…
Bu romanı okurken Böll’ün, Nazizm’i sadece bir diktatörlük değil, aynı zamanda toplumunun maddi, manevi derin çöküşünün nedeni olarak gördüğünü de çok iyi anladım.
Farklı hikayeler üzerinden benzer mesajlar
Bu noktada biraz da asıl yazarımızdan söz etmek istiyorum. Almanya dışında çağdaşı Günter Grass’a göre daha az tanınan Heinrich Böll, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından biri. 21 Aralık 1917'de Köln’de doğan, 16 Temmuz 1985'te Kreuzau-Langenbroich'ta hayatını kaybeden yazar, eserlerinde genellikle Fotoğrafta Kadın da Vardı’da olduğu gibi insanlık, ahlak, savaşın bireyler üzerindeki etkisi ve toplumsal eleştiri temalarını işlemiş. Ancak hiçbiri birbirine benzemiyor, her biri çok farklı hikayeler üzerinden ilerliyor.
Nazi karşıtı bir ailede doğan Heinrich Böll, Köln Üniversitesi'nde Germanistik ve Klasik Filoloji okumaya başlamış. Ne yazık ki II. Dünya Savaşı nedeniyle eğitimini yarıda bırakmış. 1939'da askere alınmış ve savaşın sonuna kadar Alman ordusunda çeşitli cephelerde görev yapmış. Savaş sırasında Böll, cephelerde yaşadığı korkunç deneyimlerin etkisiyle derin bir militarizm karşıtı ve barış yanlısı tavır geliştirmiş.
1945 yılında savaş sona erdiğinde, Böll yaralı ve yorgun bir şekilde Almanya'ya dönmüş, tecrübelerini edebi eserlerine yansıtmış.
Palyaço ile adından çok ettirmiş
Böll'ün ilk kısa hikayeleri ve romanları 1947'de yayımlanmaya başlıyor. İlk büyük başarısı, 1951 yılında yayımlanan Und sagte kein einziges Wort (Ve O Hiçbir Şey Demedi – Can Yayınları) adlı romanıyla geliyor. 50'ler ve 1960'lar boyunca Böll, edebi kariyerinde büyük bir çıkış yakalıyor. Özellikle 1963'te yayımlanan Ansichten eines Clowns (Palyaço- Can Yayınları) adlı romanı, Katolik Kilisesi'ni (aslında iki yüzlü din adamlarını) eleştiren sert bir toplumsal eleştiri olarak büyük ses getiriyor. 1972 yılında aldığı Nobel ödülü, dünya çapında tanınmasını sağlıyor.
Böll, sadece edebi kariyeriyle değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal konulara olan ilgisiyle de tanınan bir yazar. Savaş karşıtı bir aktivist olarak, Alman ve dünya kamuoyunda barış, insan hakları, sosyal adalet gibi konularda önemli bir figür.
Onlarca kitabı Türkçe'ye çevrilmiş
Böll üretken bir yazar aynı zamanda; Can Yayınları tarafından Türkçe olarak yayımlanmış 15 romanı var. Bunların arasından Palyaço’yu tekrar okumak istiyorum, Dokuz Buçukta Bilardo ilgi alanıma çoktan girdi bile. Ademoğlu Neredeydin? ve Nadir Kitap’ta bulduğum Cüce ile Bebek sırf isimlerinin çekiciliği ile kitaplığımdaki yerlerini aldılar.
Aslında Böll’ün bütün kitaplarını merak ediyorum. Kişisel duruşuna saygı duyduğum bu yazarın edebi olarak kalemine hayranlık besliyorum, karıştırdığım her bir romanında gözüme çarpan cümleler bunu sağlamaya yetiyor.
Son olarak şunu söyleyebilirim; yazarın anlattığı ülke Almanya ama hafızayı canlı tutmak, tarihi yeniden yorumlamak gibi konulara alışık olan edebiyat severler yaşananları başka yerlere uyarlayarak, nasıl yorumlayacaklarını çok iyi bilecektir.
Böll’ün romanları toplumsal konuları işlerken, bireyin sıra dışı koşullarda hayatta kalma mücadelesini çok güzel anlatıyor. Ben bu yazıda Fotoğrafta Kadın da Vardı’yı anlattım, siz bütün romanları elinize alın ve istediğinizden başlayın. Eminim hepsi büyük bir okuma keyfi sunacaktır.
(NK/EMK)