Fatih Altaylı’yı ne zaman televizyonda görsem, ne zaman yazılarından birine gözüm ilişse “ağzında” bıçak sağa sola tehdit savuran bir adamın görüntüsü geliyor gözümünün önüne.
Öfkeyi bütün yaratıcılığından soyutlayıp bir intikama dönüştüren o yalıtılmış kibir, Altaylı'nın "cesaret" diye andığı şey aslında.
Ve ne zaman dürüstlük adına spekülatif kabalıklarını gözümüzün ucuna dayasa, “kanattıkça doğrucu olacağına inanan” militan dürüstlükten, meselenin aslını kaçırıyoruz her defasında.
Bu yüzden, “Halkçı” olmak adına en delikanlı, en raconu bol erkek egemen dili sahiplenerek salladığı parmağını, kadınların gözüne sokmadan geri çekmedi hiç.
Hakikaten ordu neyi korur?
Altaylı, “Ordu neyi korur?” başlığıyla yazdığı yazısında başlığa cevap olarak “Ordular, ülkelerin sadece sınırlarını, topraklarını, bütünlüğünü korumaz.. O ülkenin namusunu, iffetini korur, kadınların bacak arasını korur” diye bir yanıtı çok arayıp bulmuş.
Aslında Altaylı da galip tarafin askerlerinin “savaşın sonunda en acı intikamını” kadına tecavüz ederek aldığını söylüyor zaten.
Peki Türk Ordusu’nu bu suçu işlemekten alıkoyan ne o zaman?
Orduların bir savaş taktiği olarak tecavüz ettiğini bildiğimize göre, Türk Ordusu “Türk” olduğu için mi tecavüz etmiyor?
Bu yoldan gidersek varacağımız rota, “Türkiye’de hiç tecavüz vakası da yaşanmamıştır” saçmalığına saplanıp kalır.
Küçük yaştan itibaren kışkırtılmış erkekliklerinin esaretinde askere alınan pek çok erkek, devlet hizmetinin insiyatiflerine bırakıldığı zamanlarda bu ‘başı boşluğu’ gayet güzel kullanıyor.
Ülkelerarası savaşlarda kadınların bacakarasını koruduğu söylenenler, içerdeki savaşlara önce kadınların bacak arasından başlıyor.
Bu durumdan, tecavüzü politik bir susturma aracı olarak işaretleyen (ki bunun en önemli delili kadın erkek demeden cop sokulup tecavüz edilmesidir); diyelim ki işaretlemese bile, erkek şiddetinin bir denetim aracı olarak uygulanmasının –yapılacak daha önemli işleri var diye ya da zulmetmeden çözmeyi bilmediği için; farketmez- önüne geçmeyen devlet sorumludur.
Altaylı'nın sözleriyle; “Ülkelerin orduları böyle abuk sabuk söylemlerle yıpratılamaz. Yedekleri yoktur. Ulusun en önemli varlıklarındandır” diyerek devleti insansız, taştan bir yapı gibi sabitlemek, “Ordular olmasa, uluslar olmaz. Devletler ayakta duramaz” fikriyle “sarhoş olsun, dayak atsın; yeter ki kadının başında bir koca bulunsun” mantığının uzantısında şahlanan bir devlet fikrini varlığın temeli olarak göstermek, olsa olsa Altaylı gibi erkekliğini bir kılıç gibi kuşanmış adamların işi olabilir.
Bu konudaki en ağır vakalardan biri olarak; 1994'te iki kez daha gözaltına alınan 13 yaşındaki Ş.E’nin. üsteğmen üniformalı bir kişiyle sayısını hatırlamadığı (çünkü 400’ün üzerinde olduğu ortaya çıktı) askerlerin ağzına tuz doldurularak tecavüzüne uğradığını, mahkemelerin devlet görevlilerinin taciz ve tecavüzüne ilişkin olarak yapılan suç duyurularında verdikleri red kararlarında gerekçe olarak hep "Kadın teröristler devlet görevlilerini zan altında bırakmak için böylesi açıklamalarda bulunuyor!" ezberine başvurduğunu, gözaltına alınan 6 çocuklu anneye bekaret kontrolü yapıldığını ve de bir gazetececi olarak, çok daha fazlasını, kulaklarını tıkamadıysa, duymuştur.
Daha fazlasını öğrenmek istiyorsa devlet kaynaklı cinsel şiddeti belgeleriyle ortaya koyan, kendisinin bir zaman "İlk gördüğüm yerde tacizde bulunmazsam namerdim" dediği Eren Keskin ve Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu'nun diğer bir çalışanı Leman Yurtsever’in birlikte hazırladığı “Devlet Kaynaklı Cinsel Şiddet” kitabına göz atabilir.
Altaylı'nın bilmediği konuda susmayı erkekliğine yediremediği için de bir türlü yoluna koyamadığı dilinin, kadınlar söze gelince “asarım, keserim” rahatlığıyla zıvanadan çıkmasında 2005’teki kararında Eren Keskin’e hakaretini "Eleştiri ağır da olsa davacı katlanmak zorundadır, zira bu konuşmaya kendi ağır kusuru ile sebep olmuştur" diyerek savunan mahkeme de sorumludur!
Bu ezberin “kuyruğunu sallayan kadın tacize uğrar” mantığından ne farkı var!
Altaylı kendini Fatih Sultan Mehmet, kadınları da İstanbul sanıyor!
Geçtiğimiz günlerde Hüseyin Üzmez’le ilgili olarak katıldığı bir televizyon programında çıplak kadın figürlü kol düğmeleriyle dikkat çeken Altaylı, "Çıplak kadın resmi var, ancak cinsel organı gözükmüyor" diyerek ‘kendini savunmuştu’.
Muhtemelen Altaylı. “bedri baykamvari” bir entellektüellikle bu kol düğmelerini taktığında, pek çok arkadaşının “seni hınzır” diyerek sırtını sıvazlamasını, ‘yaşlanan’ çapkın bilgili erkek imajının tazelenmesini bekliyordu.
Ama, ‘Türk ahlak değerleri” olarak bilinen “kadın hareket yasaklarına” aykırı cümleler sarfetmesi halinde ciddi tepkilerle karşılacağı bir yerde, televizyon hapishanesinde yer alacağını aklından çıkarmıştı belli ki.
Fakat ‘el çabukluğuyla’ bu sorunun da üstesinden gelen Altaylı cinsel organı gözükmeyen çıplak kadın figürünün sadece eğlendirici bir obje olmakla kalacağını da fısıldayarak, ‘iyi çocuk’ kontejanından faydalanmış oldu.
“İşkence yapan ama asmayan devlet ‘adamı’ ya da döven ama öldürmeyen kocayım yahu!” diyordu kısaca, çok kısaca.
Altaylı'nın “Çağdaş kadının yeri eşinin yanıdır. Benim eşimin ‘yanımdaki yeri’ her makamdan üstündür”cümlelerinde olduğu gibi, hepsinin evli olduğu “çağdaş kadınlar” tanımını da, buyurun buradan yakabilirsiniz!
Çağdaş kadın en üstün makama erişmek için, önce evlenmelidir yani.
Nitekim “Dünyayı tanıyan, daha iyi eğitimli ve muhtemelen daha akıllı olan, çocuklarına iyi eğitim verme imkanına sahip olanlar. Biz bunları duya duya çocuk sayımızı kısıtladık. 2’ye 1 çoğaldığımız için sayımız artmadı... Oysa... kendi köyünden bile fazla uzaklaşmamış olanlar. Eğitimsizler, muhtemelen daha az akıllı olanlar, dünyayı tanımayanlar, çocuklarına doğru düzgün eğitim verme imkanından yoksun olanlar bu propagandayı duymadılar... Biz giderek azalıyoruz, onlar giderek çoğalıyor. Bununla mücadelenin yolu çok çocuk yapmaktır. Bizim gibilerin çok çocuk yapmasıdır” diyen bir arkadaşının, Türkiye tarihinde özellikle Kürtlere karşı bir çoğalma tekniği olarak çokça öne sürülen Hitler’den çalınmış muhasebesini, ilave bir örnekle bir zekilik alameti olarak sunarak “fabrika kadınlar” özlemini de açıkça dile getirmiş.
Bir çocuğun annesi olmak bile kadınların hayatını tam zamanlı bir mesaiye dönüştürürken, pek çok kadın çocuk yapmak istemediği için öldürülürken bu sözleri söylemenin ta kendisi, ayrımcılıktır!
Altaylı korunmaya muhtaç
Oysa Altaylı 15 Ocak 2008 tarihinde yazdığı bir yazıda, kadınların anayasada “korunmaya muhtaç” olarak değerlendirilmesini “Ama bu ayrımcılık şeklinde, kadınları aciz varlıklarmış gibi göstererek Anayasa’ya koymakla olmamalı” diyerek eleştiriyordu.
Anlaşıldığı kadarıyla bu çıkışının temelinde “Türk kadınlarının kimseye muhtaç olmayan bıçkın delikanlılar” olduğu fikri yatıyormuş.
Çocuk yapmak istemeyen, devletin tacizine uğrayan, kürt ya da eşcinsel olan kadınların Altaylı'nın bahşettiği bu tesbitin kapsamına girmediği açık.
İşte bu yüzden yazısının sonunda “Kadınlar öyle diyor. Ben onların sözcüsüyüm” derken adaylığını koyduğu temsilcilik, kadınların değil ama kadınlar adına konuşan erkeklerin sözcülüğü olabilir ancak.
Siyasetin dedikodusunu yazmayı bıraktığında, soyunduğu sözcülük işinin cıvkını çıkarmadan, susmanın da bazen öğrenmenin kapısı olabileceğini hatırlaması ne iyi olur.
Çünkü Altaylı kadınların mücadelelerle ortaya koyduğu sözlerle kendi erkekliğini sınayacağı yerde, saldırgan ve hasta bir çocuk edasıyla “ille de oyuncak silahım” diyor.
Bu yüzden, 25 Kasım “kadına yönelik şiddete son” gününde, polisin şiddetine karşın Taksim’i terketmeyen kadınlar, kadını dövmedikçe kadına şiddet uygulamadığına inanan Altaylı gibi “çağdaş erkek”lere de sözlerini esirgemedi!
Altaylı'nın yazılarının sonuna eklediği “Ne Zaman Adam Oluruz?” başlığına bir cevap da biz yazalım:
İnsanlığı adamlıkla özdeşleştirmediğiniz, insan olabilmek için adamlığınızdan vazgeçebildiğiniz zaman! (GE/EZÖ)
* Gülnur Elçik, Feminist aktivist