Nisan ayının ortalarında (14 Nisan 2022) Bianet’te ‘’2022/23 Seçimi Üzerine Konuşulmayanları Konuşmak’’ başlığıyla bir yazı yazmış ve olası seçim tarihi konusundaki görüşümü belirterek 30 Nisan 2023 Pazar gününe işaret etmiştim.
Bugünlerde bu tarihe 14 Mayıs 2023 Pazar da eklendi. Acaba bu olası 14 Mayıs erken seçimlerine, 1950’ye referansla ‘yeter, söz milletindir’ seçimleri denebilir mi?
Ve ayrıca bu seçimler acaba, 73 yıl sonra yeni bir dönüşüm yaşanmasına aracılık etmiş seçim olarak Türkiye siyasal tarihine geçer mi?
14 Mayıs 1950’de seçimle iktidara gelen Demokrat Parti (DP) ve onun lideri partili Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes 1954 ve 1957 seçim zaferleri sonrasında parti ocakları, tahkikat komisyonları kurma yerine erken seçim kararı almış olsalardı, acaba 27 Mayıs 1960 gerçekleşmez, seçimle gelen ilkidar seçimle değişmiş olur muydu?
Hem böylece ordu vesayeti gelişmez, toplum seçimle iktidara getirdiği parti ve yöneticilerini seçimle değiştirebileceğini öğrenir, görür, gücün de kendinde olduğuna/olabileceğine inanırdı. Öyle olmadı. 1960, sonra 1971 ve 1980 darbeleri hep, ordunun yönetim üzerindeki vesayetini topluma dikte etti.
1980 darbesinden sonra Özal, iki dönemlik seçim zaferinin ardından kendi iktidarını pekiştirme işlevi görecek seçim yasaları değişiklikleriyle iktidar süresini uzatma uğraş ve uygulamalarına girişti.
İşte tam o sırada da Cumhurbaşkanlık makamı boşaldı. Özal hem Cumhurbaşkanı olabilirdi, hem de vekâlet yoluyla partiyi yönetebilirdi. Vekâleti Akbulut’a verdi, kendisi de Cumhurbaşkanı oldu. İşler istediği gibi yürümedi. Ancak vekâlet yoluyla partinin kontrolü sorun üretti ve ipler Özal’ın elinden kaçmaya başladı, nitekim kaçtı da.
Sonra da Mesut Yılmaz Anavatan Partisi (ANAP) Genel Başkanı oldu. Bir süre sonra Özal cumhurbaşkanı iken yaşamını yitirdi. Böylece Türkiye, seçimle gelip seçimle gitmeyi içine sindirememe nedeniyle yaşanabilecek bir süreci -belki de- ikinci kez yaşamak zorunda kalmaktan kurtulmuş oldu.
1980 darbesi, kurguladığı siyasi yapı ve seçim sistemiyle Türkiye’ye ‘biat kültürü’ aşısı yaptı. Siyasi partiler için kurgulanan sistem, gücü bir kez eline geçiren parti liderinin istemediği sürece, parti ve yönetiminde hiçbir değişikliğin yapılamayacağı bir mekanizma üretiyordu.
Bu sistemde parti liderleri; üyelerden örgütlere, örgütlerden milletvekili adaylarının belirlenmesine, milletvekili seçiminden seçilenlerin görev, yetki ve işbölümlerine, parti kurullarıyla yetkili organların oluşturulmasından feshine kadar her alanda parti politikasının A’dan Z’ye belirlenmesinde yetkili olan ‘tek adam’lar olarak tanımlanıyordu.
Bugün için de geçerli olan bu sistem, yani 12 Eylül 1980 yaklaşımı, darbecilerden sonra tek başına ya da koalisyon oluşturarak iktidara gelen siyasi partiler tarafından değiştirilmiş, demokratikleşme doğrultusunda iyileştirilmiş de değil. Tam tersine bu yapı tek parti iktidarlarını pekiştirecek şekilde bugüne kadar geldi. Ve ancak iktidar partilerinin seçimi kaybetme risklerini azaltacak değişikliklere konu oldu.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) 3 Kasım 2002 erken genel milletvekili seçimleriyle, kayıtlı yurtiçi seçmenlerinin yüzde 26,1’inin oyuyla, meclisdeki milletvekillerinin üçte ikisini kazanarak tek başına iktidar olmuştu. Hem de kuruluşundan 14 ay sonra.
Seçimi kaybeden tek parti iktidarı değil, üç partili bir koalisyondu. Koalisyonlar seçimle gelir ve giderler. Ne hikmetse, Türkiye’de iktidara seçimle gelip, sonra gitmekte sıkıntı yaşayanlar hep tek parti iktidarları oluyor. Daha doğrusu sorun iktidara gelmede değil de, iktidardan gitmek söz konusu olduğunda yaşanıyor.
Üç partili koalisyon 1999 seçimlerinde yurtiçi kayıtlı seçmenlerin yüzde 44,3’ünün oyuyla iktidar olmuş, üç buçuk yıl sonra da iki deprem ve bir ekonomik krizin ardından oylarının dörttr üçünü kaybederek seçmenlerinin yüzde 11,1’lik kısmını ancak koruyup, iktidarlarını yitirmişlerdi.
2002 seçimleriyle; 1999’da meclise giren tüm partiler meclis dışında kalmış, sadece yeni kurulan AKP ile 1999’da meclis dışında kalmış CHP’nin milletvekillerinden oluşan iki partili bir meclis oluşmuştu. Ve böylece AKP, meclisteki milletvekillerinin üçte ikisine sahip bir parti olarak tek başına iktidara geldi.
2007 ve 2011 seçimlerinden sonra kendine güveni artınca, ‘ne istediniz de vermedik’ itirafıyla, eylem ortaklarıyla iktidarı paylaşmaktan vaz geçen tek parti yönetimi, yeni bir aşamaya evrilmiş oldu. Bu sürecin ardından iktidarın sancıları, kıfayetsiz muhterislik saldırıları sıklaşırken, toplam yurtiçi kayıtlı seçmenlerden aldığı oy olağanüstü yönetim koşullarında en üst düzeyine (%42,4) çıktı.
Artık iktidar, tek parti olarak her şeye muktedir olduğuna inanıp fiili durum üzerinden, peşine bir zamanlar ‘ayakları altına aldığını’ söylediği milliyetçiliği de takarak ve adım adım artık; sorumsuz ve fakat her alanda tek yetkili, hesabın sadece seçimle verileceğini savunan, denetimsiz, partili Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçişe hazır ortama gelinmişti.
Dolayısıyla fiili durum yaratılıp, yasal ve anayasal ortam (yasası arkadan gelerek) oluşturulabilir ve böylece yeni bir sisteme geçilebilirdi. Öyle de oldu.
2022’ye gelindiğinde yeni yönetim sistemi (eskisi gibi) hem tek parti, hem de tek adam için iktidarı garantileme koşullarının gerisine düştü. Artık yeni yönetim ve seçim sistemi de iktidarın yarınını garanti altına almadığına göre, seçimi ‘çantada keklik’ yapacak ya da en azından iktidarı kaybetme riskini azaltacak yeni yolların bulunması kaçınılmazlık haline geliyordu.
Haziran 2023’de, normal zamanında yapılacak bir Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimi, Erdoğan’ın seçime katılabilmesine aşılabilirliği riskli engeller çıkarıyor. Çünkü Erdoğan iki kere üst üste seçilerek Cumhurbaşkanı oldu, Anayasa üçüncü kez olamazsın diyor. Bunun da istisnası, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı süresi bitiminden önce meclis ve Cumhurbaşkanlığı için erken seçim kararının alınması.
Cumhurbaşkanlığı ve meclis için erken seçim kararı alınmadan da Erdoğan’ın aday olabilme olasılığı var mı? Normal koşullarda yok, ama fiili durum yaratılarak bu olasılık mümkün kılınabilir. Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adaylığı Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) önüne geldiğinde Kurul bu adaylığı değerlendirirken -büyük olasılıkla- iki şeyin üzerinde duracaktır. İlki konunun anayasal çerçevesi, ikincisi ise Erdoğan’ın seçimi kazanma-kazanamama olasılığı.
Erdoğan’ın seçimi kazanma olasılığını yüksek görmeyen -eğer varsa- yandaş kurul üyeleri kendilerini riske atmamak için Erdoğan’ın adaylığına onay vermeyebilirler. Bu durumda da Erdoğan Cumhurbaşkanlığı için aday olamaz, çünkü YSK’nın kararı nihai karar olup, bu karara daha üst bir mercide itiraz etme imkanı yok.
Böyle bir durum -eğer Erdoğan ve AKP tarafından kurgulanan, Erdoğan’ın seçim dışı tutulması için böyle bir stratejik planlama yapılmadıysa- Erdoğan’ı kontrol edilemez bir biçimde seçim dışına iteceği ve seçimi riske atacağı için hem Erdoğan, hem de ittifaklarınca tercih edilmeyecektir.
Dolayısıyla Haziran 2023 Cumhurbaşkanlığı ve genel milletvekilliği seçimlerinin erkene alınması iktidar ve müttefikleri açısından kaçınılmazlık taşıyor denebilir. Bu durumda da erken seçim açısından iki dönemden söz edilebilir.
Bence ilk seçenek 2023’ün ilkbaharında, ikincisi ise 2022’nin sonbaharında yapılacak bir erken seçim olabilir. Peki, yapılacak her hangibir erken seçimde –kamuoyu yoklamalarından edinilen izlenimlere göre- ortaya nasıl sonuçlar çıkabilir?
İsterseniz bu sorunun yanıtlarını yarınki yazıda aramaya çalışalım. (ST/APK)
GELEN SEÇİM 2022/ SEZGİN TÜZÜN
1/ Erken seçim ya da çözümsüzlüğün çözümüne doğru atılacak adım
2/ Erdoğan, AKP ve Cumhur İttifakı'nın kaybetmesi kesin; Peki kim kazanacak?