Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 18. muhtarlar buluşmasında yaptığı konuşmada HDP’li siyasetçileri kastederek; “Kimse ama kimse bu devletin ekmeğini yiyip devlete kılıç çalamaz” dedi.
Her ne kadar Kürt siyasetçiler için söylense de, duruma ve yerine göre muhalif, eleştirel pozisyonda duran ya da hak ve özgürlük mücadelesi içinde olan herkese yöneltilebilen bir ifade bu.
Türkiye’deki sağ-muhafazakâr kesimin sözcülerinin ağızlarından hiç düşürmedikleri, mümkün olan her durumda konuşmalarının bir yerinde, bir güzelleme, yüceltme yaptıklarını düşünerek dile getirdikleri sözcükler: Vatan, millet, devlet. Yaptıkları her şey bu vatan, milletin refahı ve devletin bekası için. Böyle söylüyorlar. Bu sözcükleri dile getirme sıklığı tek ölçüt olsaydı; bu insanların vatan, millet aşkıyla tutuştuklarını düşünebilirdik.
Oysa elimizde geçerli ölçütler var ve onları baz alarak yaşananlara, somut durumlara; yani vatanın, milletin, devletin ne halde olduğuna bakınca görülen manzara çok farklı oluyor. Bu manzaraya dikkat çekmek; bu körlemesine gidişe engel olabilmek için çaba göstermek her şeyden önce bir vicdan borcu. Her ne kadar vatana ihanet etmek ya da devlete kılıç çekmekle suçlanmak kaçınılmaz olsa da.
Manzara farkı
Basitleştirmeler yaparak düşünmek ele aldığımız konuyu bazen daha açık seçik görmemizi sağlayabilir. Vatan, millet, devlet dediğimiz konuları ele alan muazzam bir literatür var ve yeterince bilmediğim bu literatüre dayanarak değil de meseleye bir kimyacı gözüyle bakarak şunu söyleyeceğim: Vatan bir coğrafi bölge; yani bir toprak parçasıdır ve bu -fiziksel- haliyle sonsuza kadar var olabilir. Ama mesele bu coğrafi bölgenin yaşanabilir bir yer olup olmadığı ve gelecekte de yaşanabilecek bir yer olarak kalıp kalmayacağı. Bir yerin vatan olarak bellenmesi en çok buna bağlı çünkü.
Üzerinde yaşadığımız, havasını soluyup, suyunu içtiğimiz bu yere “Devlet ya da devlet gücünü arkasına alanlar ne yapıyor, biz ne yapıyoruz?” soruları ile çok ilintili bir durum bu. Ama en çok da “Birbirimiz için ne yapıyoruz?” sorusu ile ilintili.
Ezelden ebede var olacak bir vatan, millet ve devlet iddiasında bulunmak en hafifinden söylemek gerekirse bir saflık ya da akıl baliğ olmama durumu. Böyle bir şey olanaklı değil. Gerekli de değil. Ezeli, ebedi varoluş iddiasına dayalı söylemleri bir yana bırakıp, bir toplum -eğer bir toplumdan hala söz edebileceksek- yüz yüze olduğu sorunları çözebiliyor mu? Buna bakmalı. Ya da devletin asli meselesi ezelden ebede var kalmak ise bunu sağlamak için gerçekte ne yapıyor? Ona bakmalı.
Somut durumlara yapışık düşünmek neyi kastettiğimi anlatmak için gerekli ve tek bir örnek üzerinden; bir toplumun bir yerde uzunca bir süre kalabilmesi, hayatını sürdürebilmesi için gereken en elzem şeylerden biri olan su üzerinden bunu yapmaya çalışacağım.
Bu vatanın suları hakkında ne biliyoruz?
Orman ve Su İşleri Bakanlığı, yaptığı bir çalışma ile ülkemizde faaliyet gösteren endüstriyel tesislerin açığa çıkardığı atıklardan sulara karışması muhtemel olan bütün zehirli kimyasalların bir envanterini çıkardı.
Bu çalışmayı bir marifet olarak değil de yapılması çok ama çok geç kalınmış bir iş olarak görmek gerekiyor. İçme suyu kalitesi için önemli çünkü. İnsan ve çevre sağlığına zararlı pestisitler, ağır metaller, arsenik, nitrat, trihalometanlar vb. gibi zehirli kimyasalların içtiğimiz sularda bulunup bulunmadığının düzenli olarak yapılacak laboratuvar analizleri ile izlenmesi gerekiyor. Aksi durumda halk sağlığını koruma çalışmalarının etkinliğinden söz etmek olanaksız.
Su kalitesi bu zehirli kimyasalların bazılarının sularda bulunmamasına ve bazılarının miktarının da belirli bir eşik değeri geçmemesine bağlı (eşik değerler ile ilgili sorunlara değinmeyeceğim). Dolayısıyla su kalitesinin Sağlık Bakanlığı başta olmak üzere ilgili kamu kurumları tarafından periyodik olarak yapılan laboratuvar analizleri ile izlenmesi gerekiyor.
Sulardaki zehirli kimyasal sayısı
Bu konudaki çalışmalar 17/2/2005 tarih ve 25730 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan İnsani Tüketim Amaçlı Sular Hakkında Yönetmelik’te belirtilen hükümler dikkate alınarak yapılıyor. Yönetmelikte 30 civarında zehirli kimyasal yer alıyor.
Ancak Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından yapılan envanter çalışması sularda bulunması muhtemel zehirli kimyasalların sayısının çok daha fazla, toplamda 249 adet olduğunu açığa çıkardı.
Bu kimyasalların sulara bulaşması muhtemel, ancak yapılan su kalitesini izleme çalışmalarında bunların varlığını tespit etmeye yönelik bir analiz yöntemi kullanılmıyor. Dolayısıyla bu kimyasallar içtiğimiz sulara bulaşıyorsa ya da geçmişte bulaşmışsa bunu anlamamıza olanak yok.
Yol açtıkları sağlık ve çevre kirliliği sorunları hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.
Vatan topraklarının, sularının hali ne bilmiyoruz yani. Üstelik toprak ve su kirliliği kalıcı olabiliyor. Bir temizlik sağlamak, verilen hasarı düzeltmek mümkün olmayabiliyor.
Vatan, millet sevgisi ile dolu bir devlet idaresi olsa bu sorunun boyutları, nelere yol açtığı hakkında net bilgilerimiz olurdu. Binlerce endüstriyel tesisten açığa çıkan zehirli atıklara ne olduğu, bu atıkların hangi izleme faaliyetlerine tabi oldukları, arıtma ve temizleme işlemlerinin nasıl yapıldığı hakkında yeterli düzeyde bilgimiz olurdu.
Anlatılabilecek sayısız yıkım örneğinden sadece biri olan bu durumdan yola çıkarak: Vatan kirletiliyor, milletin sağlığı bozuluyor ve bu devlet eliyle ya da devletin göz yumması ile yapılıyor; bu işlerin içinde olan herkes de devletin ekmeğini yiyor ya da devletten yolunu buluyor demek devlete kılıç çekmek mi olur?
Hiç de öyle olmaz; dahası, bu ülkede şiddetin hayatın her alanına sızan bir devlet politikası olduğunu yukarıdaki sözlere ilave etmek gerekir.
Bir devlet politikası olarak şiddet
İnsan ve çevre sağlığına zarar veren her türlü devlet politikasının bir şiddet eylemi olarak görülebileceğini düşünüyorum. Hayatlarımız bu şiddetten arınık değil, bir köşeye çekileceğimiz, sığınacağımız ya da gizlenebileceğimiz yerler yok; aksine gözümüzü ne kadar kaçırırsak, ne kadar uzakta durursak o kadar içine yerleşiyoruz şiddetin. Her insan içinde yaşadığı şartlardan bağımsız bir irade gösterebilir; uzağa gitmeden, gözünün önünde gerçekleşen haksızlıklara karşı çıkabilir oysa.
Vatan dediğimiz yer bu dünyada yer alıyor; içinde yaşıyoruz ve yaşanabilir kılmak için gösterilecek her türlü çaba kıymetli. Ortak bir geleceği düşlemekten vazgeçmemeli. Bu imkân, zaman içinde bu coğrafya üzerinde yaşayan herkesin hayatını mahvetme niyetindeki siyasal iktidarın şiddetle yoğrulmuş vatan, millet söylemine teslim olunarak yitirilmemeli. (BŞ/EA)