Beşiktaş meydanına adım atmamın üzerinden bir dakika geçmemişti ki; gaz bulutu etrafımı sardı. Gazdan hızlı koşamadığımı o an anladım.
İlk iki gaz saldırısını kaçırmıştım. İstanbul Valisi deniz ulaşımını yasaklamıştı. Gözü kara, halden anlayan bir dolmuş şoförü gidebildiğim yere kadar götürürüm demeseydi; üçüncü dalgayı da kaçıracaktım. Neyse ki sonraki saldırıların hepsine maruz kaldım, tanık oldum.
Her gazlı eylemde “Bu gaz öncekinden daha kötü” denir; yine dendi ve evet daha kötüydü. Yapışkan bir hali var, hafif yağlı gibi; tadı da daha kötü. Nedenini ayağımın dibine düşen kovanın üzerindeki son kullanma tarihini görünce anladım: Ağustos 2013. Kolluk güçleri ellerinde kalma olasılığı gittikçe artan gazları bol bol kullanarak vergilerimizden tasarruf ediyordu. Ödediğim vergiler gaz olarak geri döndü. Oysa herkes gibi yol, su, elektrik olarak dönmesini bekliyordum. Gerçi su olarak biraz önce dönmüştü ama içilecek gibi değildi. Yol olarak da dönmüyordu yolları kapamışlardı, anlaşılan bugün ödediğim verginin karşılığını alamayacaktım. Ama elektrik olarak dönmesi talebimden polislerin robotvari hallerini görünce hemen vazgeçtim. Tadının bozuk olması da açıklığa kavuşmuş oluyordu çünkü bozulmak üzereydi; her şey gibi gazın da tazesi iyiydi.
* * *
İstanbul Valisi’nin bahsettiği misketleri görmedim; çünkü göz gözü görmüyordu. Belki o nedenle Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun ifade ettiği “fevkalade orantılı müdahaleyi” de görememiş olabilirim. Yaralanan “personeli” de göremedim. Valinin açıklamasına göre attıkları gazdan etkilenmişler. Bu mümkün çünkü hırs içindeydiler, nereye ne attıklarını bilmiyorlardı. Yoksa dar bir sokakta nefeslenmeye çalışan insanların üzerine gaz bombası atanlara ne yaptıklarını biliyorlardı denebilir mi? İşte üç kişi ağır yaralı. Vali kendi kendilerine attılar diyor. Anlaşılan polis de “marjinal” gruplar da hep kendi kendilerini vurmuş.
* * *
Peki ne işim vardı “marjinal” grupların içinde?
Tamamen tesadüf. “Marjinallerin” değil “çoğunluğun” –bir marjinal genç “abi 3 bin değil, 33 bin polis vardı” dedi onun yalancısıyım- fotoğrafını çekmek istemiştim. Fotoğrafı çekmeye hazırlanırken kolluk güçleri tarafından duygusuz bir ses tonuyla “Taksim Meydanı valilik tarafından yasaklanmıştır. Dağılmanız için makul süre tanıyoruz” anonsu yapıldı.
“Eh makul süre” dedim, “iki fotoğraf çekerim”. Meğer polisin matematiğiyle makul süre iki fotoğraf çekmeye yetmezmiş. Vali bey “önce su sıktık” diyor ya açıklamasında. Gaz, sudan hızlı hareket ediyor sanırım ya da suları kalmamıştı. Gaz mermileri uçuşmaya başladı. Polis barikatının arkasındaki basının yanına gitmem mümkün değildi artık; mecburen “marjinal” gruplarla beraber koşmaya başladım. Kalabalık Beşiktaş Çarşı’ya doğru koşuyordu. Barbaros Caddesi’ne, yani yokuş yukarı koşmak mantıklı değildi.
Sonra ne oldu, çarşıda sıkıştık kaldık.
Çarşıdan çıkış yoktu. “Marjinal” gruplar dar sokaklarda soluklanmaya çalıştı. Güçlerini toplayıp “Her yer Taksim, her yer direniş” diye slogan atmaya başladılar. Gaz bombaları dar sokaklara doğru uçuşmaya başladı. Sadece deniz yönünden saldırmadılar; gazdan kaçmaya çalıştığım arkadaşlardan birinin ifadesiyle “Hilal taktiğiyle” yukarıdan Abbasağa tarafından da saldırdılar. İşte o zaman onların gözünde böcek kadar değerimizin olmadığına tam anlamıyla kani oldum. Çünkü “marjinal” gruplar dedikleri insanların ellerinde “silah” sayılabilecek hiçbir şey yoktu, yukarıdan aşağıya uygun adım gelen polis ise tepeden tırnağa silahlı ve zırhlıydı.
“Fevkalade orantılı güç” kullandılar. Hala çıkmayıversinler diyenlere şunu söyleyebilirim: Çoğumuz Beşiktaş’ta kuşatmadan çıkmaya çalışıyorduk. Ablukadan çıkmak Taksim’e çıkmak kadar sevindirdi beni.
Sonsöz: 1 Mayıs’ta benim şahit olduklarıma medyanın çoğunluğunda ifade edildiği gibi “çatışma” denemez. Çatışma için iki tarafın birbirine saldırması gerekir. Beşiktaş’ta polis saldırdı, bizler kaçtık; yetmedi bizi köşeye sıkıştırıp saldırmaya devam ettiler ve bunun adı polis şiddetidir. (HK)