Memleket kavramı, ‘mülk’ten geliyor; yani kelimenin kökeninde bir sahiplik faktörü var. Ancak yaygın olarak, sahip olduğumuz değil ait olduğumuz yeri ifade etmek için kullanırız ‘memleket’i; doğduğum, büyüdüğüm, kültürüne ait olduğum toprak anlamında.
Filistin topraklarında yaşanan ‘memleket’ kavgasının temelinde, bu aitlik/sahiplik iddiası yatar. İki tarafın meseleye bakışı arasındaki temel farkı, bir keresinde belgeselci Eyal Sivan şöyle özetlemişti: İsrailliler, bilmem kaç bin yıl öncesinin kerameti kendinden menkul dini metinlerini kanıt göstererek, “Bu topraklar bana ait!” diye iddia eder. Filistinliler ise “Ben bu topraklara aitim,” der, “tıpkı şu zeytin ağacı gibi...”
Bir bakıma tarihteki kurtuluş mücadeleleri de, hep kendini bir yere ait gören zayıflarla o yerin kendilerine ait olmasını isteyen -veya olduğunu iddia eden- güçlüler arasında geçmiştir. Yeni ev sahipleri kendilerini oranın maliki hissedebilmek için, ele geçirdikleri topraklarda eskilerin izini tümden silmeye, tarihlerini ve kültürlerini söküp atmaya gayret etmiştir hep. İspanyol fetihçilerin, Amerika kıtasını kendi mülklerine geçirmesi, önce oraya kök salmış olan herkesi kılıçtan geçirmeleri (biber gazı keşfedilmemişti henüz), yerlilerin köklerini kurutup tarihlerini yok etmeleri, sonra da bu köklerin üzerine gökdelenler dikmeleri ile mümkün olmuştu. Yakın dönem örnekler için uzağa gitmeye gerek yok: Kimi ülkelerin silahlı güçleri, bir bölgenin kendisine ait olduğunu cümle aleme göstermek üzere, dağlarına bomba yağdırmaktan, köylerini yakmaktan, ormanlarını kül etmekten geri durmamıştır. (Yine de uzağa gitmek isterseniz bkz. El Salvador, Laos, Sudan-Darfur, vb.)
Beyoğlu: Dev bir açıkhava AVM’si
İktidarın despot aklı, şimdilerde Taksim’i ve çevresini dört bir cenahtan fethe çıkmış görünüyor. Bir yandan altını üstüne getirerek mekanı kökten değiştirmeye, biricik yeşil alanına (üstelik tarihi koruyorum safsatasıyla) AVM+rezidans inşa etmeye, Taksim Meydanı’nın tarihine de format atmaya çalışıyor. Aynı müteahhit zihniyeti, Tarlabaşı’ndaki yoksul evlerin yıkıntıları üzerine yükselecek korkunç heyulâlar ve İstiklal Caddesi’ne dizilen yeni ‘pasajlarla’ (otoparkı, fastfood lokanta ve sinema salonu zinciri olan pasaj nasıl oluyorsa!) bütün Beyoğlu’nu devasa bir açıkhava AVM’sine dönüştürmeye çalışıyor; müşteriler dışında da oraya kimseyi sokmak istemiyor.
Metropol hayatının sahte-kültürünü alaya alan ‘Bir Aylak Adam’ adlı sahte-belgeselin yönetmeni Özgür Şeyben, bir söyleşisinde AVM’ler hakkında şu isabetli tesbiti yapıyor: “Tapınak biçimini andıran görkemli mimarileri var. Adları da öyle: Capitol, Agora, Arcadium... Hepsi isimlerini antik dünyada insanların toplandığı, topluca bulundukları yerlerden alıyor. Belli ki bu tesadüf eseri değil, o sistemlerin devamı gibi. Bir yandan kamusal alan, ama anında özel mülkiyete dönüşebiliyor. Orada ye, iç, tüket, kendini tüket sorun yok ama bir köy meydanı, Taksim meydanı gibi muamele etmeye çalıştığında hemen özel mülkiyete dönüşüveriyor. Böyle bir ikiyüzlülüğü var.”*
Sıkıysa, bir AVM’nin içinde masa kurup bir konuda imza toplamaya çalışın veya gitarınızı alıp bir köşede müzik yapmayı deneyin, yanınızda anında ‘güvenlik’ biter! İstanbul polisi de, bir süredir Taksim’de pankart açan herkese bir AVM’nin güvenlik görevlisi gibi davranıyor, tabii çok daha çıplak bir şiddet uygulayarak. ‘Burada marjinal müşterileri sevmeyiz!’ demeye getiriyorlar.
Bu şehrin sakini miyiz, müşterisi mi?
Sahi bu şehrin meydanları, parkları, sokakları burada yaşayan bizlere değilse kime ait? Ömrümüzü geçirdiğimiz bu şehrin sakini miyiz, yoksa müşterisi mi? 1977’de Kazancı Yokuşu’nun başında kıstırılarak can verenleri anmak, tekstil işçisi babasıyla 1 Mayıs’ı orada kutlamak isteyen Dilan’ların mı daha çok hakkı var Taksim Meydanı’nda, yoksa muhtemelen hayatında bir kez bile makam arabasız oradan geçmemiş olan vali beyefendilerinin mi? Gezi Parkı, her baharı oradaki ağaçların altında karşılayan emekli yaşlı teyzenin mi sayılır, yoksa ağaçları kökünden söken zihniyetin mi? Galatasaray Meydanı, orayı 423 haftadır mesken tutan ve bunca zamandır bir sessizlik duvarını dişiyle tırnağıyla delmeye çalışan Cumartesi Anneleri’nden mi sorulur, yoksa “Bundan böyle İstiklal’le eylem yapılmaya!” diye buyuran devletlû zevattan mı?
Kamu malı olan bir sinema binasının, hem de yıkılmak üzere gaspedilmiş olması gerçeği bir kenarda dursun; Emek Sineması’nın kaderini, acaba onu kendi geçmişlerinin bir parçası olarak görenler mi belirlemeli, yoksa sinemaya kepçe sokmaktan çekinmeyen inşaat firması mı? Bir nehir, kuşaklar boyu onun dibinde yaşayagelmiş köylülere mi aittir, yoksa HES ihalesinde en yüksek fiyatı veren şirkete mi? Soruları, memleketin dört bir köşesinde süregiden talanın boyutları kadar genişletebiliriz. Ama hepsinin cevabı tek: Gözünü mülk hırsı bürümüş yeni imtiyazlılar, polis gücü eşliğinde ilerleyen kepçeleri ve dozerleriyle memleketin her karışını fethe çıkmış, gerisi teferruat!
Filistinlilere ait topraklarda zeytin ağaçlarını kökünden söken İsrail dozerleri geliyor aklıma, bir de şimdi adını hatırlayamadığım bir filmde, Arap bir kadının söylediği şu söz: “Bu topraklar gerçekten onlara ait olsaydı, ona bu şekilde davranmazlardı.”
Unutmayalım ki tarih, aynı zamanda despotik yöneticilerin eninde sonunda kendi kazdıkları çukura düştüğünün örnekleriyle de doludur. Nitekim, çukura düşmekten kimin ölesiye korktuğunu 1 Mayıs’ta görmedik mi? Önümüzde iki seçenek var: Ya ‘bu memleket bizim’ diyecek ve istilacıları kazdıkları inşaat çukurlarına gömeceğiz veya kendi memleketimizde birer mülteci gibi yaşamaya razı olacağız.
(*) Özgür Şeyben’le Bir Aylak Adam Üzerine Söyleşi, Yeni Film Dergisi, Nisan-Haziran 2013, sayı: 29