Fotoğraf: AA / Arşiv
Hollywood’un abartılı felaket filmlerinde olur: New York’un her zaman karınca yuvasını andıran ana meydanı Times Square’de in cin top oynuyordur. Veya herhangi bir batılı metropolün en kalabalık caddeleri, meydanları bomboştur. Geçen haftasonu İstanbul ve Ankara’da manzara böyleydi işte; ıssız cadde fotoğrafları meşum bir filmin setinde çekilmiş gibiydi. Cizre, Sur, Nusaybin görüntüleri zaten kıyamet sonrasını anlatan bilim kurgu filmlerini aşmış durumda.
Velhasıl, memleketin geneli felaket filmi senaristlerini kıskandıracak bir manzara sunuyor. Neler yok ki bu görüntülerin arkasında... Haber vermek yerine gerçekleri gizlemeyi meslek edinmiş, maharetleriyle dudak uçuklatan bir medya. Vatandaşını değil iktidarı korumak ve görüntüyü kurtarmakla görevli güvenlik aygıtları. Engellemekle sorumlu olduğu katliamların hesabını vermek bir yana, sayesinde iktidarını daha da perçinleyen bir hükümet. Geliyorum diyen katliamlardan sonra, özel korumalarıyla geldiği basın toplantısında "Gündelik hayatımıza devam ediyoruz" diyen, ardından zırhlı aracına binip giden yetkililer. İntihar bombacılarıuu şehirlerde cirit atarken, her barışçı gösteriyi gaza boğan, ‘terörist’ tanımını bütün muhalifleri kapsayacak şekilde genişleten bir rejim. Gazetecileri, akademisyenleri, avukatları, muhalif parti yöneticilerini içeri attıran savcılar, hakimler. Normal bir ülkede hükümet düşürecek 45 çocuğa tecavüz vakasını olağan karşılayan bir aile bakanı, bunu araştırmaya değer bile bulmayan parlamento üyeleri. Cumhurbaşkanına hakaret etti diye karısını ihbar edecek kıvama gelmiş muhbir vatandaşlar. Bayramların, 8 Mart'ların, Newroz’ların, bildiri imzalamanın, ‘çocuklar ölmesin’ demenin yasak olduğu, öte yandan oluk oluk kan akıtıp duş almak isteyen mafya babalarının rahatça miting düzenlediği distopik bir ülke...
Yepyeni Türkiye’ye hoşgeldik! Sonunda 90'lara falan değil 1984'e döndük, korkarım; Orwell'ın “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”üne. Hatırlarsanız orada Büyük Birader hakkında kötü laf edenler anında Düşünce Polisine ihbar ediliyordu; aynen bizde CB için (siz Ceberut Birader diye okuyun) yapıldığı gibi. Okyanusya’da yalan propaganda yaymak Doğruluk Bakanlığı’nın, savaş yapmak Barış Bakanlığı’nın işiydi, vb. Daha dün bir üniversitenin rektör yardımcısı, cahilliği yücelten mühim konuşmasında -farkında olmadan- Orwell’den alıntı yapmadı mı? “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”te ülkenin her yerini ‘Bilgisizlik Kuvvettir’ ve benzeri sloganlar süslüyordu, yine hatırlarsanız.
1984’te kalsak gene iyi. Aynı anda yurdun başka bir köşesi 1960’ların Vietnam’ına, “Kıyamet” (Apocalypse Now) filminin setine döndü zahîr: Ambulansla taşınmayı bekleyen yaralıları kurşuna dizen, bodrumlarda mahsur kalanları benzin döküp yakan, çıplak kadın cesetleri ile fotoğraf çektiren, cenazeleri zırhlı aracın arkasında sürükleyen, kısacası vatanın bir kısmını cehenneme çeviren vatanperver milisler. Ölü çocuklarını buzluklarda saklayan, yakınlarının cenazelerini sokaktan toplayan, bunu yaparken keskin nişancılara hedef olan bir halk. Ve binlerce yıllık muhiti yerle bir ettikten sonra “TOKİ gelecek, Toledo'dan bile güzelini yapacak” diye bize nanik yapan bir başbakan.
Özetle bir yanımız Orwell, bir yanımız Vietnam... Kendi kendimize sorup duruyoruz şimdi, buraya nasıl geldik diye. Herkes memleketin halinden yakınıyor, en azından yüzde 50’miz. Üstümüze kabus gibi çöken bu meşum filmin yapımcı ve yönetmenlerine lanet okuyoruz habire. Pekâlâ, bu işin tek sorumlulusu makarna ve kömür aşkına AKP’ye oy veren ‘cahil’ kitleler midir? Bu soruyu sormanın, cahil ya da yandaş olmadığı halde yapımda katkıda bulunanları konuşmanın zamanı gelmedi mi?
Bütün bunlar yaşanırken eski bir korku filminin başrol oyuncusu Mehmet Ağar'la poz veren ana muhalafet partisinin belediye başkanını bir kenara koyalım. (Adam Atatürk resmini duvardan indirmiş değil ya, altı üstü derin devletle flört etmiş, büyütmeyelim o kadar.) Cahilsever hocamızın ‘toplumun en tehlikeli kesimi’ olarak işaret ettiği mürekkep yalamışların, üç kuruşluk makam için ‘suskunluk sarmalı’na kapılanların, eldeki konforu yitirmemek uğruna suç ortaklığı yapan okumuş etmişlerin hiç mi tuzu yok bu çorbada?
Bildiri imzalayıp görüş bildirmek krimanilize edilir ve barış isteyen akademisyenler itibarsızlaştırılırken, yetmezmiş gibi hapislere, hücrelere atılırken bunun karşısında sus pus kalabilen binlerce akademi mensubu nerede yaşıyor mesela, bunların hepsi AKP’ye mi oy veriyor?
Şu ibretlik vaka bile tek başına ahvalimizin aynası değil mi: Sinemamızın en değerli oyuncularından biri, Füsun Demirel bir söyleşisinde oynamak istediği rolden bahsetti ya; düşünce polisleri alarm düğmesine bastı. Sen misin gerilla annesini oynamayı aklına bile getiren! Önce, ‘vurun abalıya’ diyen cengaver aktroller taarruza geçti (sosyal linç); sonra oynadığı dizinin çekilmiş bölümü yayından kaldırıldı (sansür); derken diziden atıldığı müjdesi geldi (yargısız infaz)... Bu hak ihlâlleri silsilesi ancak yatıştırabildi, lümpen faşizmin kabaran tepkisini. Peki linç güruhu kurban isterken, Füsun Demirel’in set arkadaşları ne yaptı dersiniz? Yayından kaldırılan bölümü tekrar çekmek için sete çağrılınca tıpış tıpış gidip rollerini oynadılar. Bir tanesi bile hayır demedi bu cadı yakma merasimine, düne kadar birlikte çalıştığı insanın kurban edilmesine! Bu oyuncuların, set çalışanlarının, yönetmen-yapımcı-asistan ekibinin bir kısmı daha üç gün önce ‘emekçi kadınlar günü’nü kutlamıştı üstelik.
Şimdi bu tahsilli arkadaşların diktatörlükten, gericilikten, adaletsizlikten, -o pek ironik bulduğum ibareyle- ‘Ortadoğu ülkesine dönüşmekten’ falan, hatta bunları geçtik, setteki uzun çalışma saatlerinden bile şikayet etme hakkı var mıdır? Belki de etmiyorlardır zaten.
Bir başka soru: Hayalindeki rolden bahsetti diye bir oyuncuyu linç edenlerin, işinden atanların ve bunu normal karşılayanların, sözgelimi falanca şehrin ‘düşman işgalinden kurtuluş’ müsameresinde rolüne fazla kaptırıp düşman kılığındaki vatandaşı gerçek mermiyle vuranlardan bir farkı var mı?
Hadi şu feci olayı da anımsatalım: Hacı Lokman Birlik, Kürt bir amatör sinema oyuncusuydu. Ölüsünü ipe bağlayıp akrepin arkasından sürükledikleri görüntüler önümüze düştükten sadece birkaç gün sonra, Türkiye Sanatçılar Birliği ismiyle maruf bir kurum bildiri yayınlamış, “Mehmetçiğin arkasındayız” deyip o araçtaki canilerin sırtını sıvazlamıştı. Aynı bildiride ‘diktatör özentisi’nden yakınmayı da ihmal etmemişlerdi. İnsanın “Durun, siz kardeşsiniz!” diye bağırası geliyor.
Kültür sanat camiasından devam edelim. 2014’te Antalya Film Festivali’yle başlayıp diğer festivallere yayılan ‘belgesele sansür’ uygulamasının meşrulaşmasında mesela, sinemacıların hiç mi günahı yok? AKP belediyesinin festivali, reisi rahatsız edecek bir belgeseli programdan çıkardığında ve bu olaydan başı ağrıyınca ertesi yıl belgesel yarışmasını hepten lağvettiğinde sinemacıların çoğu ne yaptı? İlkinde festival yönetimine toz kondurmamaya çalışıp sansürü kınadılar, ikincisinde hiçbir şey!
Belgesellere konan ambargoyu toplu sansür olarak gören 150 kadar sinemacı ise bir bildiriyle Antalya Film Festivali’ni boykot kararı aldı; festivale katılmak isteyenleri yargılamadan, onlara laf dahi etmeden. Ama heyhat, bu dikensiz gül bahçesini onurlandıranlar, boykotçulara ‘ulusalcı’ yaftasını yapıştırmakta gecikmedi. (Küçümsediğini sanıp ‘amatör, yarı-profesyonel’ demeyi de unutmadılar. Bir yıl önce ise filmi sansürlenen yönetmenin arkasında durduğumuz için ‘portakal kadar’ aklımızla alay etmişlerdi, tam profesyonel meslaktaşlar.) Bildiri metninde ulusalcı unsurlar mı vardı veya 150 kişinin alnında mı yazıyor ne oldukları? Yoo, lâkin fazla yanaştığın muktedirin dilini özümseyiverirsin bazen öyle.
Sonuçta ne oldu? Şu anda bütün ulusal festivallerde belgesellerin tepesinde sallanan cillop gibi bir sansür uygulamamız var. Hepimize hayırlı olsun!
Vakalar ve sorular çoğaltılabilir. Kaç dönemdir kültür bakanı olarak atanan şahısların kültürle zerre kadar alakası olmamasını mesele etmeyen, bunu eleştirmekten dahi imtina eden, AKM’nin çürümeye bırakılmasını, polis karargâhına dönüşmesini sessizce izleyen kültür-sanat camiasının hiç mi payı yok, bu karanlık filmin gerçekleşmesinde? İktidarın ekmeğinden bir kırıntı koparmaya çalışan, ne idüğü belirsiz festivallerine danışmanlık yapan, kulaklarına fısıldanan talimatları yerine getiren, bu şekilde iktidar sofrasında kapıya yakın bir yere çökenlerin hiç mi günahı yok?
Kamera arkasındakiler, yapımda emeği geçen bu kesimlere ne kadar teşekkür etse az. En başta, her hal ve şeraitte devletiyle barışık kalan ehlileşmiş sanatçılara, kültür endüstrisi mensuplarına. Burada çuvaldızı onlara batırdık, ama aynı şey memleketin halinden yakınıp duran pek çok endişeli modern için geçerli. Çünkü hiçbir zorba rejim bu tür pasif destekler olmadan uzun süre ayakta kalamaz ve böyle zamanlarda, sadece yaptıklarımızdan değil yapmadıklarımızdan da sorumlu oluruz, Molière’in dediği gibi.
Peki şu anda, uçurumun kıyısına gelmişken, bu felaket filminin figüranları olmaya razı mı olacağız? Yoksa 1943'te herkesin sustuğu bir zamanda üniversitenin koridorlarına bildiri attığı için ‘vatan haini’ ilan edilerek 21 yaşında giyotine gönderilen Sophie Scholl gibi, “Sessiz kalmayacağız, vicdan azabınız olacağız” diye haykırabilecek miyiz?
“Bu suça ortak olmayacağız” inisiyatifi yukarıdaki soruya verilmiş umut verici bir cevap. Ancak bu sesi büyütebilirsek ve boğazına kadar çürümüş, suça batmış bu rejimle aramıza net bir sınır çizebilirsek, #YerinDibineBatsın temennisi boş bir beddua olmaktan çıkabilir. Uzlaşanlar zaten onunla batmaya mahkum. (NS/YY)