Devletimiz temizlik yapmayı sever, onu da yılsonlarında yapmayı sever bilhassa; kurdun puslu havayı sevmesi gibi. Değil mi ki en kanlı katliamlarını yeni yıl arifesinde icra etmiştir hep; 19 Aralık cezaevleri kıyımı öyle bir zamanda yapıldı, Roboski katliamı keza bir nevi yılbaşı nümayişiydi. Maraş'ı da sayarsak, katillerin yılsonu telaşına ne kadar bayıldığını daha iyi anlarız.
Aynı devlet baba bu Noel için de boş durmamış, kanlı sürprizler hazırlamış bizlere. Teşkilatı mahsusa mutfağında yine hummalı bir kıyım hazırlığı, yine sapkın bir temizlik iştahı... Onlar bu işi hep yapıyor, temizliği kararlılıkla yürütüyor, elini korkak alıştırmıyor. Ermenileri bir güzel temizliyor önce, sonra Rumları temizliyor, derken komünistlere geliyor sıra ve inanır mısınız, hiç yorulmuyor usanmıyor temizlik işinden. Bu konudaki engin birikimini her azınlığın, her aykırı sesin üzerinde tecrübe ediyor. Ha kıstırdığı yerde enseden vurarak, ha gözaltında kaybederek, gerekirse Faili Meçhul marka çamaşır suyu kullanarak veya zindanlarda çürüterek, sürgüne zorlayarak bir şekilde hallediyor işini, şansa bırakmıyor hiç.
Artık evimize girip gözümüzün önünde çocuklarımızı temizliyorlar. En ufak bir tereddüt yaşamadan, başına bir iş gelmeyeceğinin sonsuz güveniyle yapıyorlar bu işi. Öyle ya, ekipler halinde temizliğe gönderilmişler çünkü. Bu topraklardaki en büyük temizliklerden birine imza atan Yavuz Selim’in torunları onlar. Atalarının ismini boşuna vermediler, İstanbul’un son yeşilliklerini kökünden koparıp açtıkları 3. köprüye.
Ne bitmez tükenmez temizlikmiş birader! Bu topraklar kadar ayrık otu üreten başka coğrafya bulmak zor. Ama devletimiz azimle, inançla ayrık otu temizliyor; iç düşmanları bir bir ayıklıyor. Sisifos diyoruz ya, haksızlık etmeyelim, asıl Sisifos devlet aslına bakılırsa. Bu kadar temizlik merakı da ancak imandan (veya imamdan) gelebilir; tek dil tek ırk tek din tek mezhep cumhuriyetine iman etmişlerin temizliği bu, başka bir şey değil.
Üstelik tarihindeki bir tek lekeyi temizlemeyi başaramamışken, kendi pisliği içinde boğulurken yapıyor bu sözde temizliği. Ve ne hikmetse her temizlik sonrası bir ferahlık gelmesi beklenedursun, daha beter bir kasvet çöküyor ülkenin üzerine.
Şimdi sıra Kürtleri temizlemeye gelmiş, anlaşılan... Ama heyhat! Kolay lokma çıkmadı bu Kürtler, ölesiye direniyorlar. Böyle bir devlete başkaldırmaları “terör” oluyor şimdi, öyle mi? Sevsinler terör anlayışınızı...
Kendi seçtiği yöneticilerini tutuklayıp hapse tıkan, köylerini yakıp yıkan, çocuk yaştaki yoksulları çalıştığı fırının odunluğunda kıstırıp katleden, katlettiklerinin cesedini araçlara bağlayıp yerde sürükleyen, sağ yakaladıklarını oracıkta infaz eden, hastaneleri tarayan, sokaklarında tekbir getirerek cirit atan silahlı azgın milislere boyun eğmek yerine, böyle bir devlet olmaz olsun diyorsa ve her onurlu halkın yapması gereken şeyi yapıp bütün bu katliamları, bu zulmü sarayından yöneten darbeci bir lideri tanımadığını ilan ediyorsa bir halk, dünyanın neresinde olursa olsun ona ancak alkış tutulur.
İktidarın/devletin tu kaka saydığı siyasi partinin yüzde 80-90’lar oranında oy aldığı yerlerde, faşist parti liderini bile hayrete düşüren, “etnik temizlik bu” dedirten bir kıyım yaşanıyor. Sultanahmet’in abluka altına alındığını, Kapalı Çarşı’nın top ateşine tutulduğunu, Süleymaniye’nin yakıldığını, buna tepki gösteren gençlerin Beyazıt meydanında kurşunlandığını hayal edin; kıyamet kopardı değil mi? Diyarbakır’da Sur’un başına gelenler bir ülkede kıyarmeti koparmaya yetmiyorsa, zaten bu ülke onların ülkesi değil demektir.
Cizre’yi, Silopi’yi, Dargeçit’i geçelim. Hangi şehirde olursak olalım, kaç zamandır sokağa her adım attığımızda kimyasal gaza boğuluyoruz. Bu kadar kimyasal neden? Maksat temizlik, elbette... Binbir ihmal ve tamahkarlık sonucu toprak altına gömülen 301 madencinin yasını tutarken de, Ankara’da yerde can çekişirken de gaz yedik bu memlekette. Artık etnik köken falan da gözetmeden, sesini yükselten hemen herkesi haşarat gibi görüyorlar; gördükleri yerde gazlıyorlar. (Sahi, bu ülkenin yasalarında gösteri yapma hakkı var mıydı? Neredeyse unutturdular.)
1990’larda Ruanda’da soykırım ateşi ısıtılırken, iktidardaki Hutu yönetimi Tutsilere “hamam böceği” lakabını takmıştı. “İç düşman”ı insandışılaştırarak başlamışlardı işe. Ardından şimdiki havuz medyasının yaptığına benzer şekilde, devlet radyosundan temizlik çağrıları yapılacaktı. Nüfusun yüzde 9’unu oluşturan Tutsiler değil sadece, ılımlı Hutular da temizlenmesi gereken unsurlardı onlara göre.
Temizlediler de nitekim... 1994 Nisan’ında başladıkları soykırım harekatını 100 günde tamamlamış ve “böcek” olarak gördükleri 800 bine yakın insanı öldürmüşlerdi. Ülkenin fakir ekonomisi ateşli silahlara yetişemediğinden, Çin’den ithal edilen ucuz palalarla kotarmışlardı bu zorlu işi.
Bakınız, bugün Ruanda’dan daha temiz ülke var mı dünyada?
Ama iş burada bitmemişti. Soykırımdan sonra bu sefer karşı taraftan intikam saldırıları başlamış, iki milyon Hutu öldürülme korkusuyla komşu ülkelere kaçmış, yüzde 90 çoğunluğa dayalı soykırımcı hükümet kağıt kaplan gibi devrilmişti - üstelik Fransa’nın son ana kadarki askeri desteğine rağmen. Evet, soykırımın ayyuka çıktığı günlerde, iktidarı sarsılmaya başlayan katillerin imdadına demokrasinin beşiği Fransa koşmuştu. Sonuçta devletin bütün kurumları ve ekonomisi çökmüş, vahşice katledilen yüzbinler bir yana, sarılması yüzyıllar sürecek yaralar kalmıştı geriye.
Şimdi Ruanda halkları, yaşananlarla yüzleşerek tarih nezdinde temizlenmeye, birbirlerinin yüzüne bakabilmek için çareler bulmaya çalışıyor. Bizim bu topraklarda yüz yıldır yapamadığımızı yapıyor yani.
Devletimiz, Ruanda’nın 20 yıl önce gidip döndüğü yoldan ilerlemeye devam ediyor. Temizlik yapa yapa, propaganda medyasını sivrilte sivrilte ilerliyor, kaçınılmaz bir yıkıma doğru.
Temizlik devletin en kadim geleneğidir. Ama asıl kalıcı olan tarihin temizliği, tarihin çöplüğüdür. Yüz köprüye isim olsa da temize çıkamayacak ne barbarlar süpürmüştür o tarih, işbirlikçileri ve şakşakçıları ile birlikte. (NS/EKN)