AKP hükümeti Diyarbakır, Mardin ve Van belediye başkanları görevden alarak yerlerine kayyum atadı.
Her üçü de yüzde elliden fazla oyla seçilen üç belediye başkanı uyduruk gerekçelerle görevden alınarak halk iradesi gasp edildi.
Halk iradesi ekolojik yıkım projeleri ile de gasp ediliyor.
Kazdağları, Salda Gölü, İznik ormanları, Dersim, Hasankeyf gibi sadece son bir iki ayda gündeme giren yerler başta olmak üzere ülkenin toprak, su ve orman varlıkları açısından en kıymetli yerleri iktidar partisi eliyle hızla yıkıma uğratılıyor; rant ve talana açılıyor.
Ülke siyasi ve ekolojik bir yıkım sürecinin içinde ve iktidar eliyle yaratılan bilinçli ve kararlı bir yıkım süreci bu.
Mevcut yıkımın iktidar partisinin birbirinden ayrışık gibi görünen ama aslında hepsi de bir bütünün parçası olan icraatlarından kaynaklandığını görebilmek, gösterebilmek, bıkmadan, usanmadan dile getirmekten vazgeçmemek gerekiyor. Medyanın, üniversitelerin ya da akademik kurumların hükümet sözcüsü gibi davrandığı bir dönemde bu zor bir iş, ama bunu yapmaktan vazgeçemeyiz.
AKP iktidarının iklim krizi, ekolojik tahribat, yaklaşan su kıtlığı, yaygın kimyasal kirlilik vb. gibi olumsuz etkileri gün be gün daha da derinleşen ciddi sorunların gayet farkında olduğunu düşünüyorum.
Gayet farkında ve umurunda bile değil.
AKP iktidarının yol açtığı toplumsal yıkımın farkında ya da bilincinde olmadığı sıklıkla dile getirilse de bu bakış açısının artık doğru olmadığını düşünüyorum.
İktidar, Kaz Dağlarını, Kuzey Ormanlarını korumanın ya da iklim krizi ile mücadelede yerel yönetimleri güçlendirmenin ya da toksik maddelerle dolu yüzbinlerce ton plastik ithalinin ya da memleket genelindeki yaygın kimyasal kirlilik sorununun ne kadar önemli olduğunu ya da tarımda yıldan yıla artan dışa bağımlılığın yol açtığı güvencesizliği, yoksulluğu… (liste daha da uzatılabilir) bütün bunları bir görse ya da fark etse her şey değişecek mi?
Siyasal iktidarın icraatlarının nasıl bir yıkıma yol açtığı ve açacağı –siyasal iktidar tarafından- bir fark edilse bir şeyler farklı olacakmış gibi düşünmek kanımca bir zaaftır artık.
AKP iktidarının yol açtığı toplumsal yıkımın farkında ve bilincinde olduğunu düşünüyorum.
AKP dar bir azınlığın çıkarını güvence altına almak için kendi hukukunu, siyasal sistemini ve –bir yıkım da olsa- ekolojisini kuruyor. Ve bunu yaparken giderek derinleşen iklim krizinin de, yaygın kimyasal kirliliğin de, yaklaşan su kıtlığı vb gibi ciddi sorunların da gayet farkında.
İktidar zorbalığını hukukla tesis ediyor.
Sıklıkla “hukuk yok” ya da “hukuk katledildi” deniliyor; ama adalet yok demek daha doğru olurdu öyle değil mi?
AKP iktidarı yol açtığı yıkımın farkında ve bu yıkımın hukuki temelini de kurdu; kuruyor. Ortada siyasal iktidarın bekası açısından gayet anlamlı, işe yarar kılınmış bir hukuk düzeni var; siyasal iktidar eliyle toplumsal hayatı tarumar eden bir hukuk düzeni olsa da…
Hukuk kurucu olduğu ölçüde yıkıcı da değil midir?
Siyasal iktidarın yol açtığı yıkımın farkında ya da bilincinde olmadığına dair söylemlere mesafeli yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Elbette benim sözlerim de bir iddia nihayetinde ve bu iddiaya da mesafeli yaklaşmalı…
Ancak yine de söylemeli bu ülkenin bir numaralı beka sorunu giderek derinleşecek iklim krizinin yol açacağı hayati sorunlara karşı herhangi bir hazırlığının olmamasıdır.
İklim krizi başta olmak üzere, bir toplumun bir arada yaşama iradesini alt üst edebilecek sorunların farkında olan ve bu sorunlara kamusal çözümler üretmektense (ki bu AKP’nin kendi varlık koşulu ile de çelişirdi zaten) sadece kendi iktidar kliğinin çıkarlarını ve geleceğini güvence altına alacak icraatlara hız veren bir iktidar var karşımızda.
Her şey iyice kötüye gitmeden yapabildiğimiz kadar yağmayı, talanı yapalım da sonrası Allah Kerim diyen; son ağacı da ben keseyim, son suyu da ben içeyim kafasında olan bir iktidarla karşı karşıyayız. Ve Kürt yurttaşların demokratik hak taleplerinin terörle mücadele ediyoruz söylemi eşliğinde şiddetle baskı altına alınması, yapay beka sorunları icat edilerek toplumsal barışın sürekli aşındırılması da bu yıkım ve talan sürecini gözlerden kaçırmak ve meşrulaştırmak için iktidarın en çok başvurduğu yöntemleri oluşturuyor.
Başta muhalefet partileri olmak üzere bu yöntemlerin çok sayıda alıcısının olduğu da hazin bir gerçek, ne yazık ki…
Bugünkü yazımda Avrupa Birliği’nde (AB) geçtiğimiz günlerde alınan ve çocuk sağlığını çok yakından ilgilendiren bir kararı dile getirecektim. Çocukların sinirsel ve zihinsel gelişimlerine zarar veren klorpirifos isimli tarım zehrinin kullanılmasının bütünüyle yasaklanmasına yönelik çabaların AB ülkelerinde sonuç vermeye başladığını konu edecektim.
Klorpirifosun onca yasaklama kararına rağmen ülkemizde nasıl da hala çok kullanılan bir tarım zehri olduğunu, ihraç edilen her dört gıda ürününden birinin klorpirifos zehri çıktığı için iade edildiğini, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın klorpirifos kullanılmasını önlemek için –ya da çocuk sağlığını korumak için- işe yarar hiçbir çaba göstermediğini de yazacaktım.
Bakanlıkların halk sağlığını korumak için işe yarar bir şeyler yapmasını ummalı mıyız hala? Öyle bir kamu bürokrasisi kaldı mı? Bu sorulara yanıt vermek zor olsa da sadece ihraç-ithal gıda ürünlerindeki halk sağlığını tehdit eden sorunları dikkate almak bile sağlıklı işleyen bir kamu bürokrasisinden artık söz edilemeyeceğine delalet ediyor.
İktidarın demokratik teamülleri hiçe sayan, halkların bir arada yaşama iradesini aşındıran, geleceğimizi yıkıma uğratan icraatları ile sağlığımızı ve esenliğimizi yok eden icraatları aynı siyasal zeminden köken alıyor.
Diyarbakır, Van ve Mardin belediye başkanlarının haksız, hukuksuz bir biçimde görevden alındığı bir ülkede gıdalarda çocuk sağlığına zarar veren zehirli kimyasal maddelerin bulunması da olağandır. Aksi şaşırtıcı olurdu. Siyasal şiddetle gıda güvenliği sorunları arasındaki bağ çok güçlüdür çünkü. Gıda güvenliğini sağlamak için yapılan mücadelelerle insanların demokratik haklarının gasp edilmesine engel olmak için yapılan mücadelelerin birbirinden ayrışık mücadelelere olmadığını, özünde aynı amaca, herkes için daha iyi bir hayat amacına hizmet ettiğini fark etmek gerekiyor.
Kürt yurttaşların demokratik hak taleplerinin barışçıl bir karşılık bulduğu bir toplumsal hayatta gıdalardaki toksik kimyasal madde kalıntılarını ya da çocuk sağlığına zarar veren kimyasalları daha az konuşur olacağımızı söyleyebilirim. Öyleyse çocuk sağlığını korumaya yönelik çalışmaların yolu Kürt yurttaşların demokratik taleplerine sahip çıkmaktan, onların demokratik haklarının gasp edilmesine karşı çıkmaktan da geçmektedir.