II. Meşrutiyet’in 100. yılı, çeşitli etkinliklerle, tartışmalarla, polemiklerle anılıyor. Elbette, meselenin en dikkat çekici yanı II. Meşrutiyet’in siyasal alanda yol açtığı değişim ve dönüşümler.
Tarık Zafer Tunaya’nın II. Meşrutiyet’i “Türkiye Cumhuriyeti’nin siyaset laboratuvarı” olarak nitelemesi çok yerinde bir yaklaşım: zira izleyen 100 yılda Türkiye’de karşımıza çıkan siyasal mücadeleler ve entrikaların, ideolojik argümanların, farklı iktidar/toplum/hukuk kurgularının prototiplerini büyük ölçüde II. Meşrutiyet sürecinde bulmak olanaklı.
Dolayısıyla, öncesi, sırası ve sonrasıyla II. Meşrutiyet sürecinin bu topraklardaki hukuk, insan hakları ve demokrasi mücadelelerinde temelde ne gibi dönüşümlere yol açtığını çok kısa bir şekilde hatırlatmakta fayda var.
Mücadele halka yayılıyor
Her şeyden önce, II. Meşrutiyet’in, Osmanlı İmparatorluğu’nda daha önce karşımıza çıkan yenilik hareketlerinden farklı olarak esasen tabandan gelen bir hareket sonucunda gerçekleştiği unutulmamalı.**
Elbette, bu ‘taban’ kelimesinin bugünkü anlamda kullanılmadığı, yani II. Meşrutiyet’in Anadolu’yu da içine alan büyük bir kitle hareketinin sonucunda ortaya çıkmadığı bir gerçek.
Ancak, her halükarda söz konusu dönüşümün ‘paşa babalar’ın reformcu fantezileriyle gerçekleştirilmediği de ortada.
Hareketin özellikle Rumeli’den, yani Avrupa’dan kaynaklanmakla birlikte Genç Osmanlılar’dan başlayan ve hürriyetçilik hareketleriyle devam eden uzun soluklu bir maratonun önemli etaplarından birini oluşturduğu; dolayısıyla da II. Meşrutiyet’in en azından söylemsel olarak halk için ve yine en azından halkın bir bölümü tarafından gerçekleştirildiği düşünülebilir.
II. Meşrutiyet sırasında ve sonrasında hak/hürriyet sloganlarının fazlasıyla kullanılmış ve kabul görmüş olduğu gerçeği de önemli bir not olarak düşülmeli.
Parlamenter monarşiye ve sınırlı iktidara geçiş
II. Meşrutiyet’le birlikte ortaya çıkan yeni anayasal sistemin yapısı da dikkat çekici. İlk olarak, günümüzdeki parlamenter sisteme önemli ölçüde benzeyen bir devlet kurgusunun yapılandırılmak istendiği görülüyor.
Meclis-i Mebusan’ın yetkilerinin arttırılması ve padişahın yetkilerinin kısıtlanması, bakanlar kurulunun meclise karşı sorumlu olması, vs. gibi düzenlemeler büyük ölçüde siyasal iktidarın sınırlandırılmasına ve dolayısıyla da devletin haklar ve özgürlükler alanındaki baskısını kırmaya dönük bir dönüşümün temel yapı taşlarını oluşturacak kadar önemli.
İkinci olarak, basında sansürün yasaklanması, sürgün cezasının kaldırılması gibi temel hak ve özgürlükler listesine yapılan eklemeler de unutulmamalı; bu vesileyle, bu topraklarda ilk sendikaların ve sol partilerin kurulmasının, ilk yaygın grevlerin gerçekleşmesinin, kadın haklarının ilk kez yayın yoluyla savunulmasının da bu dönemde gerçekleştiği hatırlatılmalı.
Özetle, Eroğul’un belirttiği gibi, “bu dönemde (…) imparatorluğun toplumsal ve düşüngüsel yapısında, o zaman dek düşü bile kurulamayacak bir ‘kabuk kırılması’ görülmüştür”.***
Darbecilik geleneği başlıyor
Bununla birlikte, II. Meşrutiyet sürecinin olumsuz sonuçlarından bahsetmek de kaçınılmaz. Kendisinden sonraki 100 yıl boyunca tartışılacak olan ‘siyasal mühendislik’, ‘halka rağmen halk için’cilik ve en kötüsü de ‘komploculuk ve darbecilik’ de yine bu laboratuvarda üretilen en etkili virüslerden. İttihat ve Terakki’nin izlediği yıldırı politikası, ordunun içinde gizli bir şekilde örgütlenmesi ve gerektiğinde hükümet darbesi (Babıâli Baskını) yapmaktan çekinmemesi bunu açıkça gösteriyor.
Bu durumun, İttihat ve Terakki kadrolarının büyük ölçüde devamı niteliğindeki askeri ve bürokratik yapılarda travmatik etkiler doğuran bir ölüm-kalım mücadelesinin anılarıyla ve Sevr korkularıyla perçinlenerek günümüz siyasal komploculuğu/karşı-komploculuğu ile iktidar/toplum algılarındaki farklılıkların da temelini oluşturduğu söylenebilir.
Bu açıdan bakıldığında, II. Meşrutiyet’in hak ve özgürlükler ile demokratik mücadele alanında bıraktığı mirasın, çözülmesi güç bir ikilemi dayattığı ortada: yukarıda değinilen olumlu gelişmeler nedeniyle redd-i miras mümkün değildir; ancak bu gelişmeleri doğuran sürecin kendisinin sahip olduğu baskıcı ve otoriter yanlar, mirasın gönül rahatlığıyla kabulünü de zorlaştırmaktadır.
Tam da bu noktada, iktidardaki partinin kapatılması istemiyle açılan davanın devam ettiği ve insan hak ve özgürlükleri alanındaki birçok sorunun yine aynı iktidarca büyük ölçüde görmezden gelindiği 100 yıl sonrasının Türkiyesi bakımından da benzer bir soruyla karşılaşıyor olmak düşündürücü: otoriterleşerek mi demokratikleşmek yoksa demokratikleşerek mi demokratikleşmek ?
Bir asır sonra da aynı soruyu sormaya devam etmemek ve II. Meşrutiyet’ten sonra geçen 100 yılın belli bir anlam taşıması için, 2008 yılında, yani II. Meşrutiyet’in 100. yılında, bu soruya verilmesi gereken yanıt açık değil mi ?(ECG/EZÖ)
*Ertuğrul Cenk Gürcan, AÜ. SBF Anayasa Hukuku Bilim Dalı
** Tanör, Bülent (2002), Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, YKY, sf. 216
*** Eroğul, Cem (2007), Anatüzeye Giriş, İmaj Yay., sf. 231.