Teslim alınmış dünya dertlerinden söz ederek sizi sıkmaya niyetim yok... Yılbaşını bahane edip, bu en büyük eğlence günümüzün tarihini anlatmak istiyorum. Biraz televizyonun etkisi, biraz milyar ve milyarlarca ikramiye veren piyango biletlerinin heyecanı sayesinde, yılbaşı son dönemlerde çok önemli bir gün haline geldi, getirildi. 31 Aralık gecesi bazılarımız televizyon başında, parası yetenler otel, gazino ve kulüplerde, daha da şanslılar Abant'ta, Uludağ'da ya da yurtdışının bilmem hangi köşesinde, bir yılı daha arkada bırakmanın büyük mutluluğunu yaşarlar. Bu coşku biraz da "geçmişten ne bulduk ki, belki gelecekte vardır fayda" felsefesinin göstergesi midir acaba?
Osmanlı'da iki "yılbaşı"
Lafı daha yuvarlayıp, içinden çıkılmaz hale koymadan şöyle yüzyıl ve daha fazlası kadar öncelere uzanalım. Osmanlı İmparatorluğu'nda yılbaşı diye bir kavramdan söz etmek biraz zor. Ama konunun ayrıntılarına girmeden önce takvimler konusunda anlaşmamız gerekiyor. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu'nda kullanılan iki takvim var. Birisi "hicrî", diğeri ise "rumî" takvim. Hicret olayını başlangıç alan hicrî takvimde bir yıl, bugün kullandığımız takvime göre yaklaşık on gün kadar kısa.
Bu nedenle mevsimler ve aylar arasında değişken bir ilişki var (bunu, bugün de dinsel bayramların her yıl tarih değişmesi ile yaşarız). Bu takvimde yeni yıl Muharrem ayıyla başlar. Bu tarihin takvim açısından yılbaşı olması, kutlama açısından hiçbir önem taşımazdı. Hatta bu tarihten kısa bir süre sonra gelen Kerbelâ olayının yıldönümü, sevinç değil acı çağrışımları taşırdı.
Faruk Nafiz Çamlıbel bunu şöyle anlatır: "Hicrî yıla girdiğimizi biz esaslı olarak, Muharremin onuncu gününde anlardık. Aşure günü dediğimiz Muharremin onunda, bir hayli asır evvel Kerbelâ vakası olmuş ve son peygamberin torunu Hüseyin şehit edilmişti. Böyle yürekler acısı bir vakanın yıldönümüne tesadüf eden bir günde, ağzımızın tadını yerine getirmek için, kazanlarda pişirilen ve kaselerle dağıtılan aşureler kâfi gelmezdi. Bu yüzden biz, hicrî yılın ilk ayına matem hazırlığı ve gözyaşlarıyla adım atardık." [1]
Halk arasında aşurelerle hatırlanan bu "yılbaşı", İmparatorluğun son dönemlerinde saray katında da özel bir merasimle kutlanmaya başlanmıştı. Bu merasimleri de Refik Halit Karay anılarından aktaralım:
"Muharremin birinci günü teşrifata dahil olan zevat davetname gelmemekle beraber Yıldız Sarayına gider, yüz yüze gelmeden Padişaha tebrikâtını arzederdi. Bir defa babam beni de önüne katıp götürmüştü. Geniş bir pavyona girdik, içi tebrike gelen çoğu sakallı, pek azı matruş [sakalsız bıyıksız] yüzlü fakat belirgin bıyıklı insanlarla dolu. Herkes bekleme halinde. Nedir bekledikleri? Örendim nihayet; yan taraftan bir kapı açılıdı, redingotlu üç efendi göründü. Arkalarında da bir kaç kişi daha. Bu sonuncuların ellerinde ufacık torbacıklar var. İlk giren üç efendiden biri dolgun vüctlu. Bir noktaya daha dikkat edivermişim: Sırtındaki redingotun içi kürkle kaplı, kenarından görünüyor. O zat konuşmadı; yanındaki zayıf ve silik adam ise bir şeyler mırıldandı. Galiba Hünkârın [Padişah] selâm ve teşekkürünü tebliğ etmişti. Kalabalık uğuldadı. Derken torbalar açıldı. Yaklaşana çil çil birer çeyrek altın dağıtılıyordu. Babam yanaşmadı, tabiatıyla ben de alarga durdum. Merasimden boş çıktık. Dolgun zat baş mabeyinci Hacı Ali Paşa imiş zayıfı da adı ile, sanı ile Arap İzzet Paşa. Resmî ünvanı şu idi: Karîni Sanîi Hazreti Padişahî." [2]
Osmanlının kullandığı ikinci takvim ise "rumî", ya da bir başka deyişle "malî" takvimdi. Bu takvim, hicrî tarihin kullanılmasından ortaya çıkan 10 günlük farkı yok etmek amacını taşıyordu. Rumî takvimin başlangıç ayı Marttı. Maaş ve ücretler rumî ay hesabıyla ödendiği için çalışanlar açısından bu takvimin büyük önemi vardı. Bu "yılbaşı"nda yapılan tek tören ise Balıkhanede kurban kesilip, dualar okunmasından ibaretti. Dönemin bir tanığı olarak Ercüment Ekrem Talû da şöyle yazıyor: "Mali yılın başı olan martta Düyunu Umumiye'ye bağlı birtakım müesseselerde kutlama törenleri yapılır. Ezcümle o gün, balıkhanede mezada çıkan nadide balıklar maliyece satın alınarak saraya takdim edilirdi." [3] Ama her iki "yılbaşı"nda da tatil yapılmazdı ve bu günlerin çalışanlar açısından pek özel bir önemi yoktu.
Osmanlıda "Hıristiyan" yılbaşı
Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Hıristiyanlar için ise, yılbaşı "Noel" dönemi anlamına gelirdi. Aralığın 15'inden sonra hareketlenen bu cemaat, 24 Aralık gecesini 25'e bağlayan gece İsa'nın doğuşunu kutlardı (Doğuş Yortusu). Ortodoks Rumlar ise aynı geceye "Hristuğenna" adını verirlerdi. 24 Aralık gecesi çocuklar eden eve dolaşır ve "Kalanda" adlı Noel şarkıları söyleyerek İsa'nın doğuşunu kutlarlardı. Noel sabahı kilisedeki ayine gidilir, öğle saatlerinde de akrabalar, dostlar bir araya gelerek yemek yenirdi. Özellikle çocuklar için çam ağaçları süslenirdi. Yılbaşına doğru çiçek satıcılarının tezgahlarını dolduran "kokina" (Rumca'da kırmızı) adlı, kırmızı taneli yeşil dallar evleri süslemede yaygın olarak kullanılırdı.
Aslında dinsel açıdan pek anlam taşımayan 31 Aralık tarihi de kimi kesimlerde (özellikle Ortodoks Rumlarda) İsa'nın sünnet günü olarak anılırdı. Bu gece de Noel gününe benzer kutlamalar yapılırdı. Rumlar arasında geleneksel olarak yılbaşı gecesi hindi yenir, dans edilir ve eğlenilirdi. Ayrıca Sakız Adası'ndan getirilen sakızla (mastika) yapılan ve üzerinde yeni yıl yazan yuvarlak Yılbaşı Pidesi pişirmek de geleneksel bir olaydı. Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Ermeniler ise 1 Ocakta kutladıkları yılbaşına "Gağant" adını verirlerdi. Bu sözcük, zengin bir ziyafet sofrasıyla eşanlamlıydı. Bütün aile 31 Aralık gecesi biraraya gelir ve gece yarısına kadar sofrada birlikte olunurdu. İstanbullu Ermeniler yılbaşı için günler öncesinden alışverişe başlarlardı. Zeytinyağlı yaprak ve midye dolması, hindi ve anuşabur (aşure) yılbaşı sofrasının vazgeçilmez yiyecekleriydi. [4]
Çocukluğu 1915'li yıllara rastlayan, Türkiye'nin eski milletvekillerinden Hasene Ilgaz, o yıllarda gayrımüslimlerden oluşan komşularının yılbaşı kutlamalarının kendi evlerine nasıl yansıdığı şöyle anlatıyor:
"Bizim neşelendiğimiz, sevindiğimiz günler, dinî bayramlardı. Bizim için yılbaşı diye bir olay yoktu. Yalnız, yılbaşının yaklaştığını, bizden olmayan dostlarımızın, ekalliyetlerin, yılbaşı için yaptığı hazırlıklardan ve evimize gönderilen hediyelerden anlardık. Kabukları renk renk boyanmış yumurtalar, yılbaşı çörekleri, kokular, lavanta çiçekleri, bu gönderilen hediyeler arasındaydı. Bu hediyeleri, 'bizim bayramımız' diyerek getirirlerdi. Biz de onlara lokum, yılbaşı tatlısı, gelincik şerbeti gibi ikramlarda bulunurduk." [5]
Hıristiyanlar yılbaşına Müslüman gözlemler
Osmanlının Hıristiyan yılbaşıya gösterdiği ilk ilgi, 1829 yılına tarihlenir. O yılbaşı, İstanbul'daki İngiliz elçisi, Haliç'te bulunan bir gemide büyük bir balo verir. Baloya Osmanlı devlet adamları da çağrılıdır. Davetliler yatsı namazını Tersane Divanhanesi'nde kıldıktan sonra, sandallarla gemiye giderler ve sabaha kadar eğlenirler. Ertesi gün Kazasker Yahya Bey, Serasker Hüsrev Paşa'ya, katıldığı balonun ne menem bir şey olduğunu sorduğunda şu cevabı alır: "Az vakitte çok hazırlık yapmışlar. Biz baloda yapılanları bir ayda düzenleyemeyiz. Gerçi kâfir işi, fakat ne çare? Devletçe bir şey oldu, katılmak lüzum etti. Kaşık çatal gibi mekruh şeyler bile vardı." Kazaskere böyle konuşan Paşa, İkinci Mahmut'a tersine, eğlenceleri ballandıra ballandıra anlatmış, hatta elmaslı bir çatal kaşık takımı yaptırarak armağan bile etmişti. 1856 yılında ise Sultan Abdülmecit, Fransız elçisi tarafından düzenlenen büyük baloya gidip dans edenleri seyretti ve saraya memnun olarak döndü. [6]
Devlet katında yılbaşı gözlemleri böyleydi de, aşağı katlarda durum nasıldı? Ahmet Rasim, "evvelleri biz Türkler, yılbaşı günlerinde başımızı sokmadığımız yer kalmazdı" diye anlatmaya başlar. "Galata, Beyoğlu, kısacası Ortodoks takvimini tutan milletlerin cümlesine kendimizi davet eder, sabahlara kadar eğlenirdik."
Üstat, ayıplar gibi anlatsa da, aslında ayıla bayıla keşfettiği yılbaşı gecesini şöyle geçirmiştir: "O ne hovardalık rezaleti, ne sefahat gecesi idi!.. Aşağıda, yukarıda ne kadar genelev varsa, kapılar çekilir; her gazino, her kahve, her koltuk [küçük meyhane] bir kumarhane. Her sokakta çalgı, saz eğlentisi, çengi, köçek... Her evin odasında bir ziyafet sofrası. Üstünde hindiler, yemişler, rakılar, biralar, etrafında türlü türlü erkekler... Evin birinden çık ötekine gir... Kumarhanenin birinde yutul, ötekinde kazan!.. Fuhşa sarhoşluğa ait hangi ve kaç türlü vasıta varsa hepsi ayakta; bildiğimiz karnavallar, yahut eski Roma'nın satürnalleri [Saturnus şenlikleri] buralarda akşamleyin dirilir sabahleyin can çekişirdi. Armonik, çığırtma, lâvtadan ibaret Yenişehir bandoları, zilsiz tefli lâternalar, kemençesi kucağında bir iki udla kabasaz, yanında fırt fırt sümüğünü çeker nakkarecisi, zurna, klârnet, keriz alayı, bunların önünde çiftetelli oynar kopuk takımı, sürt Allah kerimdir, sokak sokak gezilir. Kâh kapılardan coşan karı kümeleri yol keserler, tepsiler içinide susuz, mezesiz rakılar dağıtırlar; öyle anlar olurdu ki bütün sokağı dolduran kalabalık, bir evden içeri dolar; yine bir an olurdu ki, bir yükselme kuvvetiyle, evlerden birkaçı birdenbire boşalırdı." [7]
Cumhuriyet ve yılbaşı
Peki, Müslüman halk şimdiki anlamda yılbaşını kutlamaya ne zaman başladı? Refik Halid Karay'a göre "Mütareke devrinde, bilhassa çok kullandıkları o sözden dolayı kadınlarına "haraşolar" dediğimiz beyaz Rus akını başladıktan sonra." Bu saptamayı yapan Karay, İstanbul'un işgal yıllarında yabancı ordu komutanları tarafından kent düzeyinde düzenlenen"frenk yılbaşısı"ndan gözlemler de aktarıyor:
"Mütareke yılbaşılarına kadar bizler saat alafranga on ikiyi çalarken ışıkların söndürülmesi düzenbazlığını bilmezdik; limandaki vapurların da bu merasime düdük çalarak katılmalarını yine o işgal senelerinde öğrenmiştik." Bu yılbaşı kentin geleneksel yaşamında da değişimler getirmişti: "Tarihe mim koymamız lazım. Zira şehrin anane ve adetleri o yıldan itibaren sarsılmış, Haliç'in öte yakasındaki Müslüman İstanbul, yine bu tarihte Beyoğlu'na ayak alıştırmış ve nihayet Beyoğlu tarafına göç etmeye başlamıştır. Şişli'nin kesif şekilde Müslümanlaşması da bundan sonradır." [8]
Ama, 1926 yılı resmen rumî takvimi bırakıp miladî takvimi geçtiğimiz yıl olduğu için konumuz açısından özel bir önem taşımaktadır. (Aslında bu değişikliğin kökenleri Meşrutiyete kadar uzanmaktadır. Ama o tarihte Miladî takvime geçiş, geleneklere uygun görülmediği için kabul edilmemişti.) Bu değişikliğin nedeni o dönemin yayın organlarında özetle şu biçimde yansıtılıyordu:
"Nakil vasıtaları, muhaberesi [haberleşme] vesairesi ile Avrupa ve medeniyet âlemine bütün doğu topraklarının en yakını bulunan memleketimizi artık hurafeler âlemi olmaktan kurtaran aramızdaki yüzyıllarca farkı birden kaldırarak, nihayet Türklerin de yirminci asırda yaşadıklarını her an ihsas edecek olan yeni senenin bu ilk gününün, bütün vatandaşların saadet ve refahına başlangıç olması dilenir. Medenileşmekten başka bir kurtuluş çaresi olmayan bu asırda hâlâ güneşe bakarak, iyi görerek takvim yürütmeye kalkmak, mali meselelerde de yine bilgisizlikten doğan acayip bir anane ile rumi seneyi kullanıp da bütün dünyanın Efrencî [Frenklere ait] seneyi inkar etmek kadar garip ve gülünç bir şey olamazdı." [9]
O dönemde daha yılbaşını izleyen gün, yani 1 Ocak tatil değildi. Ama 1926 yılını 1927'ye bağlayan gün bir tesadüf eseri olarak, hafta sonu tatiline, yani Cuma'ya denk gelmişti. Yapılan yılbaşı eğlenceleri büyük ilgi gördü ve sabaha kadar eğlenildi. Elektrik İdaresi de ilk kez o gece, saat tam 12'de kentin bütün ışıklarını bir dakika söndürme geleneğini başlattı.
Ertesi yıl, İstanbul'un yılbaşı gecesi, özellikleri şanslarını kumarda denemek isteyenler için özel bir önem taşıyordu. Eğlence yerlerini dolup taşıyordu, ama o yıl Yıldız Sarayı da bir kumarhane olarak işletilmeye başlanmıştı. İşletmeci Senyör Maryosera bu özel gün için rulet masaları kurmuştu. İstanbul tarihinde bir gecede, hem de hiç bir yasal kısıtlama olmadan bu denli kumar oynandığı herhalde olmamıştı.
Yılbaşı biraz da piyango demektir
1931 yılı o zamanki adıyla Tayyare Piyangosu'nun ilk özel yılbaşı piyangosunu düzenlediği tarih olarak özel bir önem taşır. Yılbaşı çılgınlığının başlangıcını belki de bu olaya bağlamak doğru olacaktır. Bu piyangonun, "yılbaşı-kumar" ilişkisinin bir açıdan resmen kabul edilmesi anlamına geldiğini söylemek istemiyordum ama, dönemin resmi yayınlarında bu yönde bir saptama olunca aktarmadan edemedim:
"Bütün dünyada bir adet vardır: Eski seneden yeni seneye geçilirken o gece tamam gece yarısında herkes yeni senedeki talihini denemek için oyun oynar, piyango çeker. Bizim memleketimizde kumar oynamak ve piyango çekmek kanunen yasaktır. Piyango çekmek hakkı yalnız "Türk Tayyare Cemiyeti"ne verilmiştir.
İşte Cemiyet de her memlekette olan bu âdete uyarak bu yıl başında çekilmek üzere bir piyango tertip etmiştir. 1931 senesi kânunuevellinin [Aralık] otuz birinci günü saat yirmi dörtte çekilecek olan bu piyango o kadar zengin ki.." [10] Bu tarihten başlayarak yılbaşı piyangolarının Türkiye tarihinde özel bir yer taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
1935 yılında, Başvekil İnönü imzasıyla Millet Meclisi'ne sunulan "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun Tasarısı"nda, "Bütün medeni milletlerce tatil günü olarak kabul edilen 31 Aralık öğleden sonrasıyla 1 Ocak günlerinin uygulanmakta olan tatil günlerine eklenmesi" teklif edildi. Kanunun kabulüyle, hem ulusal bir eksiğimiz giderildi, hem de yılbaşı geceleri sabahlayanların resmen uyuyabilmeleri sağlandı! Bu ilk tatil gününün ertesinde "Son Posta" gazetesi muhabiri, gözlemlerini şöyle aktarıyordu: "Bu yıl yılbaşı gecesi, ay sonuna ve bayram ertesine gelişine rağmen, gayet neşeli geçti. Beyoğlu Gazinoları bir gecede, bir sene içinde görmedikleri kadar bol müşteri buldular ve bütün bir yılın ziyanını örtecek kadar satış yaptılar. Dün sabah, saat ondan akşama kadar, sokaklarda sayım gününü hatırlatan bir tenhalık seziliyordu. Tatili fırsat sayarak sabahın onuna kadar güle oynaya içenler, ayılıp da sokağa çıkamamışlardı." [11]
1938 yılı yılbaşında, Atatürk ilk kez Anadolu Ajansı yoluyla yeni yıl tebriklerine karşı bir "cevap" yayınladı. Bu cevabın metni şöyleydi: Yeni yıl münasebetiyle yurdun her tarafından vatandaşların yüksek duygularını ve samimi temennilerini bildiren bir çok telgraflar gelmektedir. Bundan son derece mütehassis olan Ataatürk, teşekkürlerinin ve saadet dileklerinin Anadolu Ajansı vasıtasiyle iletilmesini emir buyurmuşlardır." Bir yıl sonra, Atatürk'ün ölümün ardından gelen yılbaşı ise oldukça hüzünlü geçiyordu.
Yılbaşı hakkında felsefi kırıntılar
Yılbaşının hızla ve önlenemez biçimde önemli bir bayram haline gelişi yazarları da şaşkına çevirmişti. Örneğin Peyami Safa şöyle yazıyordu: "...Şu yılbaşı gecelerinin manasını bir türlü anlayamıyorum. Sevinecek ne var? Evvelâ her şey tersine; kürelarz [dünya] ve insan bir yaş daha ihtiyarlıyor, kâinat bir yıl daha eskiyor, buna 'yeni sene' diyorlar. Herkes ölüme bir yıl daha yaklaşıyor, buna seviniyorlar, hayatın bir parçasını kaybetmek hoş bir şeymiş gibi hep birbirlerini tebrik ediyorlar." Ardından da 'sakın eğlenmesinler dediğimi sanmayın', diyerek devam ediyor: "... Eğlensinler, fakat insanla ölüm arasındaki mesafeyi aydınlatan bugünden başka bir gün bulamazlar mıydı?" [12]
Refik Halid Karay ise bu kadar gerçekçi olmaya gerek görmeyerek, şöyle yazıyordu: "Hiçbir seneden ne fazla iyilik, ne fazla fenalık beklememeliyiz. Dünya sefil ise, bize yüz çeviriyorsa ondan alınacak intikam yolumuz şudur: O dünya ile iktifa ederek - yani yetinerek- mümkün olan zevkinden hissemizi koparmak! Yani sözün filozofçası oportünist olmak. Oportünist ve neşeli olalım, böyle olmak için antrenman yapalım."
Oportünistliği seçmediği için huysuzluğu ile tanınan Nurullah Ataç ise, yılbaşından söz ederken -hayatında çok az rastlandığı ölçüde- iyimserdir. 1949 yılbaşında şöyle yazıyor: "Aralığın son günü akşamı, gönlümüzde bir ümittir başlıyor. Radyodan gelen ses, koynumuzda sımsıkı sakladığımız, bize bin türlü vaatlerde bulunan Tayyare Piyangosu biletinin numarasını söylemese bile, yine ertesi gün bizim için bir saadet devresi başlayacağına inanıyoruz. Bu tatlı hülya bir kaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmaya başlıyoruz. Bir kaç günlük hülya... Az mı? Zaten saadet denilen şey bir hülyadan, bizim içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki?" (GA/NM)
_________________
1 Salon, 1 Ocak 1950
2 Refik Halid Karay, "Eski ve Yeni Yılbaşı Geceleri," Panorama, C.1, No.9 (Ocak 1955) s.4-5
3 Salon, 1 Ocak 1949
4 Bu bölümde Grup 7 İletişim tarafından 1997 yılı başında çıkarılan Bayramlarımız ve Anma Günlerimiz 1997 adlı takvimdeki bilgiler kullanılmıştır.
5 Aktaran; Berna Tuna, "Yılbaşı. İthal Malı Eğlence" Hürriyet 29 Aralık 1991
6 "İkincikânun Niçin ve Nasıl Yılbaşı Olmuştur?" Yarımay, No.46, 1 Ocak 1937
7 Ahmet Rasim, "Evvelki Yılbaşılar," (1926), Muharrir Bu Ya, Ankara 1969, s.249-250
8 Refik Halid Karay, "Eski ve Yeni Yılbaşı Geceleri," Panorama, C.1, No.9 (Ocak 1955) s.4-5
9 Aktaran; "Bizde Yılbaşının Tarihi" 20. Asır, 27 Aralık 1952, s.9
10 Köylünün Gazetesi No.67 (10 Kasım 1931) aktaran Mete Tunçay, Türkiyede Piyango Tarihi ve Millî Piyango İdaresi Ankara 1993, s.218
11 Aktaran; Berna Tuna, "Yılbaşı. İthal Malı Eğlence" Hürriyet 30 Aralık 1991
12 Yedigün, 3 Ocak 1934