Bu liste daha da çoğaltılabilir. Hele tek bir filmde kalmış ama etkili olmuş tipleri de listeye eklersek iyice uzar. Ama bütün bu isimlerin üstüne eklenecek, Türk sinemasının son 30-35 yılı boyunca beyaz perdede hiç eksik olmamış bir tip daha vardır: Cilalı İbo.
Feridun Karakaya kendi adıyla değil, yarattığı bu tiple anılır. Sevimli bir boyacı çocuğundan türeyen bu tip, aynı tavır ve diyalekti koruyarak onlarca filmde ayrı ayrı kişiliklere girmiş ve seyircinin gönlünde önemli bir yer edinmiştir.
Masal kahramanlarından Mike Hammer'a, Teksas kovboylarından Tophane kabadayılarına, Tarzan'dan Hitler'e kadar; Cilalı İbo'nun girmediği kılık kalmamıştır. Filmlerde bu birbirinden değişik kahramanların postlarına bürünmesine rağmen, Cilalı İbo kişiliği her zaman postun altında saklı kalmış, seyircisiyle bağını hiç koparmamıştır.
Feridun Karakaya'nın kendi benzetmesiyle Cilalı İbo "İbiş ile Arlechino arasında" bir yerlerde saklıdır. Bizzat kendisine başvurarak Cilalı İbo'nun hikâyesini bize anlatmasını istedik. Artık koltuklarımıza yaslanarak filmimizi seyredebiliriz.
Evet başrolde Feridun Karakaya ve işte otuz iki kısım tekmili birden: 'Cilalı İbo Karşınızda!'
Hayatımı anlatayım mı istiyorsun? Hem de özetle? Vay başıma gelenler, nasıl becereceğim bunu? Dur bakayım...1929 yılında İstanbul Fındıklı'da doğdum. İsmet İnönü İlkokulu, Ortaköy Gaziosmanpaşa Ortaokulu, Kabataş Lisesi...
Son sınıfta tüm liseler elele verip beni mezun etmeye çalıştılarsa da bir türlü beceremediler. Ben iki dersten takıntılı olarak askere gittim. Yıl 1952... Okulu bitirsem yedek subay olacağım ama, o zaman subaylık için sıra var. İki yıl beklemem gerekiyor. Bense acele ediyorum. Derdim, askerliği er olarak yapıp bir an önce Şehir Tiyatrosu'nda kadroya girmek. O zamana kadar yövmiyeli elemanım.
Tiyatroculuğa ne zaman mı başladım? Böyle sorsana işte... Okulları filan karıştırmaya ne gerek var? Efendim, benim tiyatroculuğum ortaokul birinci sınıfta okurken -yahu bu okul yine lafa bulaştı- başladı. Bir müsamerede sahneye çıkmıştım, Yahudi rolündeyim oyunda.
Tesadüf, Necdet Mahfi Ayral da seyirciler arasındaymış. Oyundan sonra beni çok beğendiğini söyleyip, "gel evladım seni çocuk tiyatrosuna alayım," dedi. Ben de tiyatro hastasıyım. Şehir Tiyatrosu'nun çocuk oyunlarını hiç kaçırmıyorum.
Şevkiye May, ablamın arkadaşı, onun adını verip Şehir Tiyatrosuna giriyorum. Kapıda idare amiri, nur yüzlü Ethem Baba, elinde düdük bizleri ikaz ediyor:"Patırdı yok, kimse çekirdek yemeyecek, beğendiğiniz yerde alkışlayacaksınız, çiklet çiğnemek yok.
"Velhasıl biz ibadet eder gibi girip seyrediyoruz oyunları. Bütün oyunların baş izleyicisiyim. Oyun biter, herkes gider; ben Eski Komedi Sahnesi'nin arka tarafında oyuncuların çıktığı merdivenin başında beklerim. Çıkarken oyuncuları seyrederim, Ferih Egemen'i, Kadri Ögelman'ı, Necmi Hoy'u, Necdet Mahfi'yi...
Onlara değebilir miyim acaba diye düşünür, ama hiç cesaret edemem tabii.. Herkes gibi benim de idealimde bir oyuncu var. Onun gibi olmak, onun gibi oynamak istiyorum. Benim ilahım Necdet Mahfi Ayral. Allahın büyüklüğüne bak, o da gelip beni müsamerede izliyor, beğeniyor ve oyunculuk teklif ediyor. Ben uçuyorum, göklerde dolaşıyorum!..
Çocuk Tiyatrosunda mesleğe başladım
1943-44 sezonu. Çocuk Tiyatrosu'nda "Bir Tiyatro Dersi" temsiliyle mesleğe girdim. Giriş o giriş... Çocuk Tiyatrosu denince küçümsenmesin sakın. O zamanlar çok mühim iş bu. Bir kere o kadar güzel oynanıyor ki, izdiham olmasın diye, çocuğuyla gelmeyen büyükleri içeri almıyorlar.
Ses Operetinden daha fiyakalıyız. Herkes seyretmek istiyor bizi. Kadro müthiş! Büyük oyunların kadrosundaki, ünlü oyuncuların hepsi oynuyor. Ayrıca yepyeni ve ilerde Türk tiyatrosunun önemli isimleri olan gençler de buradan yetişiyor: Fatma Andaç, Jeyan Mahfi Ayral, Orhan Boran, Muzaffer Arslan, Nejat Saydam, Sedat Demir, Gazanfer Özcan, Gönül Ülkü, Hümaşah Cihan, Perihan Tedü, Perihan Yanal. Hepsi Çocuk Tiyatrosunda oyunculuğa başladılar. Hocamız Ferih Egemen'di. Bizi o yetiştirdi.
Çocuk Tiyatrosu bir okuldu. Bazen bize alaylı derler. Okullu-alaylı ikilemine sokup sorarsan, evet biz alaylıyız. Ama ortada bir gerçek var. Derler ki konservatuar müthiş bir şeydir, ordan geçmeden oyuncu olunmaz. Hadi oradan! Kim böyle diyorsa onu eşekler tepsin! Arkadaş benim içimde yoksa, sen bana konservatuarda oyunculuk öğretemezsin ki!
Konservatuar nedir biliyor musun? Hani sofraya oturur lüfer balığı yersin de, yanında garnitürü de vardır. Konservatuar işte o garnitürdür. Oyunculuk ise balıktır. Önce balık yenir. Balık olmadan garnitür için sofraya oturulmaz. Garnitür olsa iyi olur, ama olmazsa olmaz bir şey değildir. Özeti, benim içimde oyunculuk cevahiri yoksa konservatuar hiç bir şey yapamaz. Lüfer balığı olmadan karın doymaz. Yeteneğin yoksa, ne okursan oku, neyi hatmedersen hatmet, oyuncu olamazsın.
Adamın biri akrabandır, dostundur. Müsteşar yaparsın, bakan yaparsın, başbakan yaparsın. Yeteneksizdir, yanına iki adam verirsin, idare edersin. Ama yedi göbekten torpili de olsa, oyuncu olmayan bir kimseyi sahneye çıkaramazsın. Çünkü oyuncu sahnede seyirciyle karşı karşıyadır.
Yalnız kendisidir, kimsenin hısımı kardeşi değildir. Seyirci beğenmedi mi, Allahın yeğeni de olsan işine yaramaz. Sahnede torpil olmaz. Ben alaylıyım ama oyuncuyum. Bütün bunları diyorsun da, konservatuarın aleyhinde misin Feridun? Haşa... Öyle bir şey demiyorum. Ama alaylı diye bizi reddetmeye kalkanlara bu sözüm. Şehir Tiyatrosu olmasa Türkiye Tiyatrosu da olmazdı...
Lafı dağıtıyorum, farkındayım. Yine hikayemize döneyim. İlk iki sene bedava çalıştım Çocuk Tiyatrosu'nda. Ondan sonra sekiz lira aylık almaya başladım.
Figüranız daha. Bir gün benim gibi az ücretle çalışan figüranlar bir köşede oturuyoruz. Aramızda bulunan Nejat Saydam hapşırdı.
Hapşırığın nedeni olmaz. Ama Vasfi Rıza Bey oradan geçerken bunu duydu. Kim hapşırdı, diye sordu. Nejat, ben diye cevap verince, Vasfi Bey hepimize, "Bir hafta gelmeyeceksiniz," dedi. Niye dedik, "Sizde nezle grip var, bana da bulaşabilir" demesin mi! Biz bir hafta yevmiye alamadık, düşünebiliyor musun?
Bir gün de rahmetli, büyük aktör, İ.Galip Arcan Behzat Butak'la konuşurken, bizlere döndü,"Siz halinize şükredin, biz hem peynir ekmek yerdik, hem de dekorları sırtımızda taşırdık," dedi. "Baba" dedim, "Demek siz bir şey yapamamışsınız." dedim. Kızdı, ben hemen ekledim,"Bir şey yapmamışınız ki, biz hâlâ dekor taşıyıp ekmek yiyoruz. Tek farkı biz içine peynir de koyamıyoruz." Konuyu açlık faslına çekersek hikayeler bitmez. Ama şunu anlatmadan edemeyeceğim.
Tiyatromuzun içinde hoparlörler vardı. Hepsi Muhsin Ertuğrul'un odasına bağlı, konuşulanları dinliyor. Bir gün oyundan önce bir köşeye çömelmiş ekmek yiyorum. Yediğim yavan ekmek ya; kimse görmesin diye de saklaya saklaya yiyorum. Bizim Kocakafa Nuri(Ergün) geldi, ne var lan ekmeğin arasında, diye sordu. Ben de "Tereyağı var, kaşar var," dedim. Birden atılıp almasın mı. Başladı yemeye, derken gözleri açıldı, "Bunun içinde bir şey yok" dedi, attı bir kenara ekmeği. Kızdım,"Ulan hayvan herif, para var mı da soruyorsun, ne var içinde diye, belli etmek istemedim ne yapayım," diyerek çekildim köşeme.
Aradan üç dakika geçti geçmedi, hoparlörden Muhsin beyin ince sesi "Şevki" diye seslendi. Şevki bizim tiyatronun kapıcısı. Muhsin beyin adamı, yani tiyatronun her şeyinin sorulduğu adam... Muhsin bey,"Şevki, Feridun'u bana yolla.," diyor. Eyvah, ben Nuri'ye küfür ettim ya, duydu herhalde dedim... Yüreğim ata ata kapısını çalıp, içeri girdim. Otur dedi, oturdum. "Nasılsın, mektep nasıl gidiyor?" İyi dedim. Bir sessizlik.
Muhsin bey, "Bana bir on kuruş versene," dedi. Cebimde bir kuruş bile yok. "Hocam paltomda şimdi gidip getiririm," dedim. "Yok otur yerinde, cebinden ver," dedi. Sustuğumu görünce, "Peki beş kuruş çıkar," dedi. O da yok. Bir kuruş? Gözlerimi yere eğdim iyice. "Peki oğlum git, beni seni çağırırım," diye kalktı. Çıkarken cebime bir zarf sıkıştırdı.
İtiraz edecek oldum, kızdı. Çıktım dışarı, açtım zarfı, içinde tam 50 lira. Abi, bayılmak üzereyim! Dönüp kapıyı çaldım geri vermeye kalktım, almadı. "Sen al onu, ben senin aylığından keserim," dedi. Bilse, benim aylığım 12 lira! Çıktım dışarı, ama hâlâ kendine gelebilmiş değilim. 50 lira bu! Dünyam terse döndü. İşte o koca Muhsin boşuna kocaman Muhsin Ertuğrul olmamıştır.
Cilalı İbo'nun doğuşu
Gelelim Cilalı İbo'ya. Cilalı İbo, beni ben yapan olaydır. Aslında sinemayla tanışmam daha önce oldu. Önce Muhsin Ertuğrul'un Kızılırmak-Karakoyun filminde figüranlık yaptım. Konya Lezzet Lokantası'ndan gelen mükellef yemekleri hiç unutamam. Onca yıl film çevirdim, hiç bu kadar güzel yemekler yemedim setlerde. Neyse sinema işine bir bulaşan çıkamazmış.
Benimki de öyle oldu. Setlerde çalışıyorum, fıkralar anlatıyorum. Makyörlük yapıyorum, Osman Seden'in asistanı olarak çalışıyorum. 1955 yılında Lütfü Akat'ın Beyaz Mendil filminde bir meczupu, dilsizi oynadım. Bu rolle karakter oyuncusu dalında ödül aldım. 750 lira da para kazandım bu filmden. Artık film başına bin lira isterim diye düşünüyorum. Sen misin bunu düşünen. Biz ödül aldık almasına ama, bir Allahın kulu yok bana rol veren. Yevmiyesi 2,5 liradan figüranlığı kabul edersen iş çok.
Ben yine Kemal Film'e serdim kilimi. Nuri Ergün, Nejat Saydam, Osman Seden hep birlikte çalışıyoruz. 1955 yılında Berduş diye bir film çekilecek. Başrolde Zeki Müren. Yan rollerden biri de İbrahim diye bir tip. Bunu oynayacak olan arkadaş sarhoş olmuş, sete gelememiş.
Kim oynasın diye düşünülmüş. Osman Seden de, bizim Feridun'u oynatalım demiş. Yarı şaka söylüyor benim adımı. Zeki Müren de bakmış, "İyi ama şekerim, meşhur değil ki" demiş, neyse ki hemen arkasından da "Ama olabilir, niye olmasın," diye eklemiş. İşte bu "olabilir" lafı benim hayatımın anahtarı oldu. Zeki Müren bu yüzden benim velinimetimdir. Allah tarafından bana gönderilmiş bir nimettir. Her şeyimi onun iki dudağından çıkan bu "olabilir" lafına borçluyum.
Efendim, "Berduş" filmindeki İbrahim kekeme bir boyacı tipi. Yaşar Özsoy diye bir oyuncu ağabeyimiz vardı, kekeme taklidinin Allahını yapardı, yine de sıkıcı olurdu. Söz uzayacağı için, ne yapsan nafile. Bunu biliyorum ya, düşündüm, ben rolü kekeme değil peltek yapayım dedim.
Öyle de yaptım. Boyacı bir gariban ya bu İbrahim. Koydum pantolonun kıçına bir yama. Bir de uyduruk bir kep giydim başıma. Önüne de "Cilalı İbo" yazdım. Osman Seden bunu görünce yerden yere vurdu kendini: "O ne öyle! Sil onu şapkandan! Çocuk piyesi mi bu!" Tamam siliyorum dedim, ama yalan, numara yapıyorum.
Çekim başladı, yazı yine aynı yerde: Cilalı İbo! Osman köpürüyor, hani çıkaracaktın? Çıkmıyor ne yapayım dedim. Osman, "Eşekoğlu eşek, artık kalacak öyle adın Cilalı İbo diye. Çocuk Tiyatrosuna döndürdün filmi," dedi. Adım gerçekten Cilalı İbo kaldı. Ve kardeşim ortalık yıkıldı. Eh dedim, bu millet sanattan anlamıyor. Giy şapkayı, peltek peltek "Yavyum" de, millet serilsin yerlere. Hayatım değişti abi. Allah bu Zeki Müren'in tuttuğunu altın etsin!
Yeşilçam'ın bütün pencereleri bana açıldı
Ben hayatında bin lirayı bir arada görmemiş adam, "Berduş"daki İbo tipiyle bir anda havalara kanatlanınca para beğenmez oldum. Filmden sonra bana bin lira vermeye kalktılar almadım. Ne istiyorsun, dediler, 1500 lira isterim dedim. Osman "Vermiyoruz , 1000 lirayı alırsan al," dedi.
Ben de, almıyorum, kalsın, dedim. Film çıktı piyasaya. Ortalık yerinden oynadı. İbo meşhur oldu. Bana bir zarfın içinde 1500 lira yolladılar. Havam binbeşyüz artık. Yeşilçam'da sokağa çıkınca bütün pencereler açılıyor.
Hürrem Erman, Yuvakim Filmeridis hepsi benimle film yapmak istiyorlar. Film başına 5000 lira veriyorlar! En azından 30 şirket! İşte o zaman kendime dur dedim. Bak bu tarafım vardır. İyi mi yaptım kötü mü yaptım bilmiyorum. O zamanlar iyi yaptım diye düşünüyordum.
Şimdi eşeklik mi ettim diyorum. "30 tane film yapsam 5000 liradan, tam 150.000 lira eder. O zamanın parasıyla! Milyarderim bugünün ölçülerinde. Dur dedim, kendine gel, aptallık etme! Kimseye evet demedim. Osman Seden, "Seninle film yapacağız," dedi. Hemen sordum, "Beni habire çağırıyorlar, kaç para vereceksin?" Kızdı köpürdü," Sen sadece bana film yapacaksın. 7500 lira vereceğim film başına!" Kabul ettim, ama bu ne demek? 150.000 lirayı reddedip, Osman'a tek bir film yapıp, 7500 lirayı kabul edeceğim demek...
Böylece "Cilalı İbo Casuslar Arasında"ya başladık. Yine inlettik ortalığı. Pencereler açıldı, bu kez onar bin lira veriyorlar film başına. Osman ücreti 12.500'e çıkardı bunun üzerine. Habire fiyatım yükseliyor ama, dikkatini çekerim, senede sadece bir film yapıyorum abi! İki sene geçti aradan, işler yine çok iyi. Ben Osman'a, artık 40.000 lira istiyorum, dedim. Vermedi.
Bak giderim dedim. Gidersen git, şımardın artık sen, dedi. Gittim ben de. Yuvakim Filmeridis'e geldim, '"Seninle film yapıyorum," dedim. Mukavele yaptık, rejisör olarak Mehmet Dinler'le çalışırım, dedim, kabul etti. 65.000 lira aldım o film için. Ardından Osman çıktı yoluma, "Ben senle şakalaştım ulan, ne biçim adamsın be," dedi. Döndük yine Kemal Film gemisine. Bu sefer Osman beni Be-Ya filme pazarladı. "Cilalı İbo'nun Çilesi" diye Lütfü Akat'la bir film yaptık.
25 tane kadar Cilalı İbo çektim bugüne kadar. Tam sayısı ben bile unuttum. "Cilalı İbo Teksas Fatihi"nde tüm ekibi ben alıp götürdüm Amerika'ya. Döndükten sonra bir Cilalı daha yaptık. Sonra seks furyası başladı. Sene 1974-75. O zamanın parasıyla 15 milyon teklif ettiler. Peynir ekmek yerim, yine seks filminde oynamam dedim.
1985'de Osman Seden yine geldi, film yapalım dedi. Önce "Cilalı İbo Beni Anneme Götür", ardından da "Cilalı İbo Tehlikede"yi yaptık. Sonra da Yılmaz Atadeniz'le "Cilalı İbo Maceralar Peşinde" diye bir film daha yaptık. Son üç yıldır da "Cilalı İbo Bahriye'de"yi çekiyoruz Yılmaz'la birlikte. Bitmek üzere şu aralar. Zor oldu, ama müthiş oldu. Kimse çekemez bu filmi bir daha böyle. "Cilalı İbo Bahriyede"de yok yok. Helikopterinden denizaltısına, muhribine her askeri araç var bu filmde. Donanma her şeyiyle filme destek verdi. Sağ olsunlar.
Tiyatrodaki başarımı da Cilalı İbo'ya borçluyum
Tiyatrodaki başarım da Cilalı İbo sayesinde oldu. Cilalı İbo ünü öyle bir yarattı ki beni. Şehir Tiyatrosu'nda 1961 yılında, Moliere'in Scapin'in Dolapları'nda başrolü verdikleri zaman, ben daha namzet sanatçı bile değildim. Muhsin Ertuğrul birgün beni çağırdı. "Feridun biliyor musun... Sen bizim yüz akımızsın," dedi. Hayrola hocam ne oldu, demeye kalmadı. Elindeki dergiyi uzattı, bak şuna, dedi.
"The World Theatre" diye bir dergi. İçinde bir özel ek. Scapin'in Dolapları'nın başrolündeki Feridun Karakaya üstüne bir ek bu. Benim üstüme! Herşeyim yazıyor orada. Oyunculuğum, özel hayatım, herşey. Meğer dünyada her beş yılda bir, en başarılı beş aktör seçilirmiş. Bu beş aktörden biri de ben olmuşum, iyi mi? İnanamadım. Koca Türkiye'nin haberi yok. Muhsin Hoca söylemese ben de bilmeyeceğim.
Tiyatroda bu Scapin başarısından sonra, bana "Ahududu" piyesinde ceset rolü verdiler. Oyunda hiç gözükmüyorum, ceset maketinin arkasındayım, iyi mi! Çıldıracağım. Ardından da "Buzdolabı" adlı piyeste küçük bir rol: Kömürcü. Peki öyleyse dedim, bir köpürttüm ki rolü. Oyunun seyirciler arasındaki adı "Kömürcü Dolabı" oldu. Sonra açıldı iyi rollerin yolu.
Bu arada İstanbul Şehir Operası'nda da oynadım. Çardaş Fürstin'de başrol Boni'yi verdiler. Yahu, dedim, ben nota bilmem. Do'yu görsem erik sanırım. Ferih Egemen, Çocuk Tiyatrosu'nda üç kişiye şarkı söylemeyi yasak etmişti. Biri de bendim bunların. Diğerleri ise Muzaffer Aslan ve Nejat Saydam. Biz şarkıyı bozuyormuşuz.
Neyse dönelim Opera'ya. Tamam nota bilmiyorum ama, kulağım çok iyiymiş. Denedim ve gördüm ki becereceğim bu işi, inandım! Bir gün operetin orkestra şefi Anton Paulik geldi. Piyanonun başına geçti.
Benim elimde Çardaş Fürstin'in notası. Üstünde sözler var ya, onlara baktığım için notayı elimde tutuyorum hep. Anton Paulik piyanonun başında bana baktı, do majör, dedi. Etrafa baktım, "Ne dedi?" dedim. Do majörden başla dedi, dediler. Do majör neresi? Kızdım, ben do majör bilir miyim, söylesenize adama, dedim. Dönüp tercüme ettiler. Adamcağız şaşkınlıktan kala kaldı.
Sonra devam ettik. Ben sözlere bakarak söylüyorum şarkıyı. Bitti, Anton Paulik dönüp bir şeyler söyledi. Ne dedi diye sordum: "Hayatımda çok ses duydum ama böyle kenef ses duymadım," demiş ve eklemiş: "Ama bunda öyle bir kulak var ki, bu kulağın dörtte biri bir opera sanatçısında olsa dünya çapında bir oyuncu olur". Uzun lafın kısası biz kulağımızla yırttık bu işi. Bu arada Çardaş Fürstin'in de bir buçuk yıl kapalı gişe oynadığını söylemeden de geçmeyelim yani...
Oyunculuğum için çok şey söylenmiştir. Olumlu ya da olumsuz. Tuluat yapıyor, gereksiz hareketleri var demişlerdir. Ben daima görselliği ön plana çıkarmaya çalıştım. Şimdi herkes bunu biliyor. Önce hareket, sonra söz diyor. Sinemada da, tiyatroda da. Bense bunu hep söylemiştim. Bundan 30 sene evvel de aynı şeyi söylemiştim yani. Benim oyunculuğumu seyirci belirler. Ben onlar için oynarım, onların istediği gibi oynarım.
Kime benzerim? Geleneksel tiyatroda karşılığı var mıdır oyun tarzımın. bilemem. İbiş fazla kaba bir karakter. Comedia del'Arte'deki Arlechino tipinin Türk geleneksel tiyatrosunda tam bir karşılığı yok. Kel Hasan derler ama, o da meddahlıktan gelmedir. Fazla bir hareketi yoktur sahne üstünde. Tenekesini fırlatırmış yere en fazla...
Gel bunu sinemadan bir benzetme yaparak anlatalım. Film olarak karşılaştıralım. Commedia del'Arte siyah beyaz bir filmse, benim oyunculuğum renkli bir filmdir. Onda kare düşüktür, yavaş görünür her şey. Bende ise hız yerli yerindedir, devri daha yüksektir. Comedia del'Arte biraz konservedir, bense üstünde dumanları tüten bir tazeliği tercih etmişimdir hep. Benzetmemi resmen görmek isteyen buyursun salona. Cilalı İbo karşınızda!
* (Gökhan Akçura'nın önümüzdeki aylarda yeni baskısı çıkacak olan Aile Boyu Sinema Kitabı'nda yer alan (1. B. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1995) yeni kaybettiğimiz tiyatro ve sinema oyuncusu Feridun Karakaya ile yapılmış uzun bir röportajı.)