Niçin Saraybosna'da geçen bir oyun yazdın?
Bu benim yazdığım ikinci oyun. Geçen yılki "Seyir Defteri (Julia)", II. Dünya Savaşı'ndan İspanya İç Savaşı'na, 1923-38 arası acılı bir dönemi konu alıyordu.
"Dobrinja'da Düğün", 1993 Yugoslavya'sında, Saraybosna katliamının ikinci yılında geçiyor. Paylaşım savaşının gerekçelerinin "etnik düşmanlıklar" provoke edilerek gizlendiği bu vahşet, bugün Irak'ta da yaşanıyor. Yıllarca Türkiye'de, Doğu Anadolu'da Türk-Kürt düşmanlığı tetiklenerek de denendi. Global dünya düzensizliğinde, her ülke özelini ilgilendiren bir konu seçtiğime inanıyorum.
Saraybosna yüzyıllarca, çok uluslu, çok kültürlü ve çok dinli bir toplum modelinin en gelişmiş örneğini vermiş bir kent.
2004 yazında Saraybosna'ya gittiğimde sokaklarda festival vardı. Caminin önünde bakır sazlarla konser verildiği için ezan yarıda kesildi. Buna ben tanığım. '93 kışında, savaşın ortasında uluslararası festival yapacak kadar dirençli bu halk, beş yıla yakın, insanlık tarihinin gördüğü en büyük soykırımlardan birine dayandı ve sağ çıktı.
Kendi orduları, silahlarını, Miloşeviç'in emrinde kendi halkına çevirdi. Saraybosnalılar mahalle çetelerinden ordu oluşturup Sırp katliamına direndiler. Hâlâ delik deşik binalarıyla, parkları, evlerin bahçeleri, olimpik stadyumu dev mezarlıklara dönüşmüş bu kent ve insanları, yüzyılın en acımasız örneğini oluşturuyor bence.
Oyunda Yugoslavya'nın Tito dönemine özel bir ilgi ve övgü var mı?
1945 sonrası kurulan Tito Yugoslavya'sı, kapitalist bloka ve Stalin Rusya'sına direnerek, kendi özgün sosyalist sistemini kurmaya çalışmıştır. Yaşanan savaşın en önemli gerekçesi de budur.
Oyunumda -tıpkı Yugoslavya gerçeğinde olduğu gibi- figürlerimden biri Tito'yu övmektedir, diğer bir figür ise neredeyse nefret etmektedir. 45 yıldan çok, dört dili, üç dini, iki alfabesiyle tek bir ulusal kimlik çatısı altında huzur içinde yaşamış beş ulusun, "etnik nefret" virüsüyle nasıl zehirlenebildiğini tartışmaya açmak istedim. Taraf tutmak ya da bir yargıya varmak değil.
Ayrıca oyunumda çok az bir yer tutuyor bu. Asıl vurgulamak istediğim, savaşla yıpranan kimlikler, tetiklenen tutkular ve yitirilen umutlar. Bu umut belki de tüm insanlığın umuduydu, insana dair zaaflar, savaşın yıprattığı, keskinleştirdiği kimlikler asıl tema.
Kahramanlarını oluştururken, oyuncularını esas aldığın ya da göz önüne aldığını yazmışsın bir yerde. Bu süreci aktarır mısın?
Sanat yönetmeni olduğum "Tiyatro Pera"nın dördüncü sezonu bu. Sahnelediğim her oyunda oyuncu ekibimi düşünüyorum tabii. Yazarken de öyle, oyuncu kimlikleri yol gösteriyor. Kendi ekibim, kendi tiyatrom için yazıyorum. Çok zevkli bir yazarlık macerası. Böyle bir şey olmasa, belki de yazmazdım.
Program kitapçığında oyunu yazdıktan sonra Saraybosna'ya gittiğini yazıyorsun. Gittikten sonra kendi oyunun hakkında yeni düşünceler edindin mi? Oyunun bir ölçüde değişti mi?
Oyunu 2004 kışında yazdım. O sırada Saraybosna'ya gitme olanağım yoktu. Ancak yazın gidebildim. Savaşın birinci yılında tünel kazmaya başlamışlar. Kent dört tarafından dağlarla çevrili ve Igman Dağı dışında hepsini Sırplar kuşatmış. Dışarıyla bağlantı kesilmiş.
800 metrelik tünel kazmışlar. Tünele elektrik, gaz, akaryakıt, telefon boruları döşemişler, geceleri gizli gizli çalışarak. Tünelden günde ortalama 4 bin kişi geçmiş; bir gecede yirmi ton malzeme taşıdıkları olmuş ve böylece yaşamda kalmışlar. Tünelin çıkışı Dobrinja mahallesinde. Sırplar hissettikleri için Dobrinja ve çevresini harabeye çevirmişler.
Oyunumda bu eksikti. Tüneli biliyordum, ama bu denli önemli olduğunu gidince anladım. Tünelin yüksekliği 1.60 metre. Boşnaklar çok uzun boylu; iki büklüm, bellerine kadar sular içinde gerçekleştirmişler bu mucizeyi. Oyunuma yalnızca bunu ekledim.
Biraz da yönetmenliğinden konuşalım. Sahneleme sürecinde karşına çıkan problemler ve bunları nasıl aştığını anlatır mısın? En çok zorlandığın nokta ne oldu?
İki olguya çok önem verdim: Müzik ve Balkan kimliği. Müzik, yaşamlarının bir parçası; benim oyunumda da başrol kadar önemli. Canlı müzik yapıyoruz sahnede. Her birimiz bir enstrüman çalıyoruz. Provalara 2004 haziranında başladık. Müzik konusuna çok titizlendik. Balkan kimliği yaratımında da, folklorik olandan, şablonlardan kaçındık.
Oyun bir günde ve bir mekânda, bir bahçede geçiyor. Bir simge mi bu?
Duvarları top ve kurşunlarla delik deşik bir bahçede ve bir gün içinde geçen oyunumun diğer adı da "Bir Günün Trilogyası".
İki günlük bir ateşkeste, aylardan sonra ilk kez bahçeye çıkıyorlar. Bahçe ve ağaçlar yıkılmaktan şans eseri kurtulmuş. Ve gece bir düğün yapılacak. Güneşin takibi var oyunda. Hazırlıkla geçen sabah, öğleden sonra ve düğünle sonlanan akşam.
Dingin açınımlar, tetiklenmiş duygu ve tutkular ve gecenin ajitasyonu. Sanat, savaşı anlatamaz. Belgesel filmlerle boy ölçüşemez. Bir anlamı da yok. Ama sanat, insanı, yaşananlar içinde -belki de ders olabilecek- kimlik kaymalarını anlatabilir, insandan yola çıkarak, sosyal çatışmalara gönderme yapabilir bence.
"Dobrinja'da Düğün"de asıl çabam, savaşta yaşanan acıların, kırık hayatların, kayıp aşklar ve savaşla yitirilen insanî değerlerin sorgulanmasıydı. Yaşamsal yoksunluğun içinde mücadele eden bu insanların, savaşa rağmen müzikle, dansla buluşturdukları umutları, tutkuları, direnişleri, insan olarak varoluşlarını savunmaları, yazar ve yönetmen olarak vurgulamak istediğim olgular. Ve oyunda bahçe de, bu bağlamda savaştan nasibini alıyor.
Sahneleyişimde müzik çok önemli bir yer tutuyor. Canlı müzik ve dans, savaşla kuşatılmış bahçede kutlanan düğünün, Balkan ruhunun, umutların, öfkelerin ve özlemlerin bir yansıması. Umarsızlığın en koyu batağında bir umut ışığı benim için. (GA/BB)