Bekleme salonuna gelen herkes tanışık. El öpmeler, hal hatır sormalar, kucaklaşmalar. Mekanın dekoru farklı hayal edilse, sanki düğün başlamadan muhabbete tutunulmuş. Oysa maktul yakınlarının kalabalığının tanışıklığı bu. Az değil, 23 yıldır birlikteler. Hatta yakınlardan biri Ankara'daki 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nin tabelasını fotoğraflıyor. Çerçeveletip eve asılır mı? Neden olmasın.
Kulp Davası, namı diğer Yavuz Ertürk Davası. Dere yatağında bulunan toplu mezara karşılık, tek sanıklı bir dava. İsmi, katliamın adına verilmiş. Böyle biyografilerde var dedirtiyor: “Bolu Tugay Komutanı Yavuz Ertürk.”
Bir başına değildi elbette. Emrindeki askeri personel, talimatları yerine getirmiş. Suç kapsamına girer mi? Bunu düşünecek aşamaya belki de hiç geçemeyeceğiz. 3 bin ile 3 bin 500 arasında personel sayısından bahsediyoruz. “Millet için yapılanların”, çoğunluğun gözünde verdiği “zayiatlar”ın bir önemi yok. Konu bir şekilde kapatılamamış ki bari tek bir isme odaklanalım denilmiş. Adalet, “millet için” illaki tecelli etmeyecek. İnsan hakları mücadelesinin, cezai sorumlulukla ilgili olmadığı da söylenir. Yani tanık sandalyesine bir kişiyi oturtmak ve cezasını kesmek tabiri caizse tereyağından kıl çeker gibi bütün bir devlet zihniyetinin suçlarını da örtmek demek.
Hikayenin en başı Kürt olmak. Yaşattırılanlar ise 8 Ekim- 25 Ekim 1993 tarihleri arasında yaşanacak. Bolu Tugay Komutanlığı, Yavuz Ertürk komutasında, Diyarbakır’ın, Kulp İlçesi’ne bağlı Alaca Köyü’nde 8 Ekim- 25 Ekim tarihleri arasında askeri bir operasyon düzenliyor. Civar köy ve mezralardan yetişkin erkekler toplanıyor. Bir kısmı bırakılıyor. Geri kalan 11 kişi ise Kepir adlı başka bir mezradaki askeri kampa götürülüyor. Sonrası yok. Ta ki 5 Kasım 2004’e kadar.
El birliğiyle toplanan kemikler
5 Kasım 2004’te, bir çoban, Alaca Köyü’ne 500- 600 metre mesafedeki bir dere yatağının yüzeyine çıkmış kemik ve bez parçaları görüyor. Kayıp 11 kişiden biri olan Mehmet Şerif Avar’ın kardeşi Turan Avar’a haber veriyor. “O zamanki İnsan Hakları Derneği Başkanı Selahattin Demirtaş” diyor Turan abi. Kulp Cumhuriyet Savcılığı’na haber veriliyor. Can güvenliği olmadığı için o bölgeye gidilemeyeceğini söylüyor savcılık ve akabinde bulunan materyallerin toplanıp getirilmesini de salık veriyor. El birliğiyle vatandaşlar kemik toplayacak yani. Selahattin Demirtaş, Turan Ağar ve bir gazeteci Kepir’e gidiyorlar. Kimdir o gazeteci, hatırlamıyor. Olay yeri görüntüleniyor. “Kendi imkanlarımızla dört çuval topladık” diyor. “Kafatasları yoktu.” Soru değil, “nasıl yoktu” düşünmeden çıkıyor ağzımdan. “Kopartmış atmışlar işte. Kim bilir ne yapmışlar. Yakmışlardır.”
"Eğer öyle bir olay olmuşsa, resmi evraklarda mevcuttur"
TIKLAYIN - KULP DAVASININ ASKERİ MAHKEMEYE SEVKİ İSTENDİ
Yavuz Ertürk’ün, 13 avukatı duruşma salonunda bir ordu güçle oturuyor. Yan yana oturduğumuz İnsan Hakları Platform’undan Dicle Çakmak, duruşmadan duruşmaya avukat sayısının çoğaldığını söylüyor. Hiç gerek yok aslında ama işte mesele kaybettirilen 11 insanın yakınlarının her duruşmaya gelmesi olunca sanki kalabalığa, kalabalıkla yanıt veriliyor. Öyleyse, böyle der gibi. Ve tabii, tek sanık olarak gösterilmesi de bu ilgiyi hak ettirmiş olabilir. Olacak o kadar.
Dönemin Kulp İlçe Jandarma Komutanı Ali Ergülmez, SEGBİS aracılığıyla tanık olarak dinleniyor. Hemen her soruya, “Tanımıyorum. Bilmiyorum. Hatırlamıyorum” geniş kapsamlı yanıtlarını veriyor. Yüz ve ses tonu farkıyla, diğer benzer davalardaki tanıkların tıpkısının aynısı. Arada şöyle dediği de oluyor: “Eğer öyle bir olay olmuşsa, resmi evraklarda mevcuttur.”
Resmi evraklar emin ellerde, biliyor. Söylediğine göre Yavuz Ertürk, halkın içine karışmazmış. Muş, Diyarbakır, Bingöl, Van, Hakkari gibi geniş alanda mücadele eden bir komutan olduğunu söylüyor. Zamanında Alaca Köyü’nde operasyon yapıldı mı, yapılmadı mı? Yapılmadı. Ara sıra potlar kıracakmış gibi oluyor, “Kulp yerle bir edilmişti, boştu” diyor misal. Şükür ki müdafi avukatları o vakitlerde yetişiyor.
“682 silahla sağ kolun değil miydim?”
Duruşmanın 4. yeni mahkeme başkanı Rıza Kartal, avukatlara bir hışımla iş öğretiyor. Her ne kadar agresifliğini dengeli dağıtmaya çalışsa da esas azar yiyenler müşteki avukatları. Bir ara, müdafi avukatlara “siz bi susun” dediğinde, cümlenin devamında “o iş ben de, hallediyorum” gelecekmiş gibi ya da tamamıyla benim kötü niyetim.
Dosyadan bihaber olduğu belli ama o öyle değilmiş gibi davranıyor. Ali Ergülmez’in dinlenmesi bittiğinde, öldürülenlerden biri olan Salih Akdeniz’in oğlu Misbah Akdeniz konuşmak için el kaldırıyor. Mahkeme Başkanı, şuraya gel diyor. O yer tarifi biraz zor anlaşılıyor. En sonunda bulunuyor. “93’lerde Ali Bey’in yanına gittim. Aile gibiydik. Dedi ki, ‘Misbah, haberim yoktu babanın alındığından. Senin babanı bırakacaktım, bu iş direkt Genelkurmay'a bağlı. Bu adam hepinizi yok eder, öldürür.’ ” Ve soruyor: “682 silahla sağ kolun değil miydim?” Ali Ergülmez bu “yardımın” olduğunu kabul ediyor. Yavuz Ertürk hakkındaki bu şekil konuşmayacağını ise “adabımıza, ahlakımıza aykırı” diyerek yanıtlıyor.
Yakılan evden çıkartılan yorganlar
Behçet Tutuş, Adli Tıp Kurumu’nun, 30 Aralık 2005’te verdiği ilk sonuçlarda, yüzde 99.99 oranında kendisi olduğu tespit edilenlerden biri. Harun Tutuş, 44 yaşında öldürülen Behçet Tutuş’un oğlu. Babası kaybolduğunda 6 yaşındaydı. Beş yıldır dava için Ankara’ya gidip geliyor. Hayvancılık yapan babası, Muş’tan köye dönerken alınmış. “Sattığı hayvanların da bütün parasını aldılar” diyor Harun, “Çete işi gibi, devlet işi”.
Hatırladıkları var. Öncesinde edebiyat öğretmenliği okumuş olduğunu konuşmuştuk. Hatta şimdilerde üzerinde çalıştığı, annesinin hikayesini ve çocukluğunu anlattığı bir romanı var. “Türkçe bilmiyordum” diye başlıyor. “Köyümüze geldiklerinde, boşalt dediklerinde, poşet anladım. Anne dedim, poşet ver onlara, bizi öldürmesinler. Annemin öfkesini hatırlıyorum. ‘Eşyalarınızı çıkartın’ dediler. Annem dedi ki, bizi de evle birlikte yakın. Askerler arasında, iyi asker rolü oynayan bir kaç kişi vardı ya da bilmiyorum, belki de gerçekten bize acıdılar. Evden yorganları aldılar. Bunları yakmayalım bari diye. Annem, yorganları alıp, tekrar yanan eve attı. Annemin direnişini o gün gördüm.”
Harun biraz duruyor burada. İkinci en belirgin hatırladığı şeyi anlatmak için. “Çok sevdiğimiz bir köpeğimiz vardı. Havladı diye onu vurdular. Babamı kaybedişimi hiç bir zaman unutamam ama o köpeğin gözümün önünde öldürüşünü de hiç unutamam.”
Sonra ne olmuş, nasıl yaşamışlar? “Sonra göç ettik. İlk Muş’a gittik, sonra Mersin. Zor şartlar altında yaşadık. 10 kardeştik. Ablamlar çalıştı. Muş’ta tütün ektik. Göçebeydik. Çadırlarda yaşadık."
Hakikat, Adalet Hafıza Merkezi’nin bundan kısa bir zaman önce yaptığı, “Geçiş Dönemi Adaleti: Mekanizmalar, Dünya Deneyimi, Türkiye” konferansında konuşan Nesrin Uçarlar’ın dediği şey tam olarak bu olsa gerek: “Öç, intikam arzusunu yatıştıran bir adalet sistemi.”
Harun, 10 kardeş içinde, bir tek okuyabilen. Öğretmenlik yapmıyor.
“Yavuz Ertürk” diyorum. Sadece adını söylüyorum…
“Delil var. Belgeler ortada. Adalet Sarayı yazıyor ama içinde adaletin, a’sı yok. Bir önceki duruşmada, mahkeme başkanı, Yavuz Ertürk’e, ‘paşam’ diye hitap etti. Bu adam sadece insan katletmedi. Helikopterlerle doğayı da mahvetti, hayvanları da katletti.”
Dayanışmanın verdiği neşe
Duruşma sonunda, mahkeme heyeti, 6722 Sayılı kanun gereği, askeri suç kapsamında görevli mahkemeye devredileceği mütalaasını veriyor. İlgili yasa, Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 11. maddesi gereği bu suçların Savunma Bakanlığı onayına bağlanması demek.
Bununla ne amaçlanıyor? Vekil avukatlardan, Hasan Anlar, bu durumu şöyle anlatıyor:
“Bununla katliama dokunulmazlık zırhı geçirilmeye çalışılıyor. İlgili yasa, suça karışmış kolluk kuvvetlerini yargılamayı engelliyor. İnsan haklarına karşı işlenen suçlar, sivil mahkemelerde yargılanmalı. Karar, bu anlamıyla, hukuksuz.”
Hukukun sahasında, hukuksuzlukla mücadele etmek…
Duruşma bittiğinde toplu fotoğraflar çekiliyor. Avukatlar, kaybettirilenlerin yakınları, duruşmayı takip edenler. Kalabalığın neşesi, birliktelikten ileri geliyor. Dayanışma, yardımlaşma, omuz verme. Yaşamı güzel kılan şeyler yani. (FG/HK)