Neler gördük, neler de bekliyor bizi, kim bilir.
Ayakları yere basan nadide aforizmalardan biri geçenlerde sosyal medyada bir tur atmıştı: “Hala ayaktaysak yıkılacak yer bulamadığımızdan.” Yıldız Tilbe söylemiş ya da olsa olsa bunu o söyler denip, altına imzası gelişine atılmış.
Bayılmak bir şey değil, esas bayıldı bayılacak gibi olup arada kalmak kötü. Böyle gidecek gibi olup da gidememek, “ay ben fenayım” deyip isabetli yere kendini bırakamamak. Sonrası Allah kerim, civardaki insanları ilgilendirir.
Yıkılmak da öyle. Sağlam yıkılmaya gör, elinde netleşen iki seçenek: Ya kalkacaksın ya da karar vereceksin, “ben bu ömrü ne edeyim?”
Arada kalmak kötü. Yıkılacak gibi olmak ama az daha dayanmak. Oysa yıkıl gitsin, bir bakmışsın dereyi geçmişsin.
Mevzu biraz insan olmak biraz da bu memlekette yaşamak.
Bir sahil kasabasına taşınma hayalleri kuran insanların kaçış diye hedefledikleri, “istila edilmemiş” yerler de yok artık. Koca devlet rantının kancasını takıp iş makinelerini sürmediği, çil çil sarıların, nefti yeşillerin hakim olduğu, korkunç değişimlerle tanınmaz hale getirilmeyen yer kalmadı.
Walter Benjamin’in tarih meleği gibiyiz her birimiz. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenler tek bir felaket aslında. Yıkıntıları üst üste yığıp, boğazımıza kadar getiren bir felaket. Gözlerimizin önünde göğe yükselen hepsi birbirinden beter hikayelerle geleceğe doğru sürükleniyoruz. İşte o fırtınanın adı, memleketin başına gelenler. Fırtına kestiğinde -kaybeden ise buralardan tabiri caizse tüydüğünde- koca bir sessizlik olacak. Kimimiz Narmanlı Han’ın yeni görüntüsüne takılacak şöyle geçerken, kimimiz Hasankeyf’in dinamitlenen kayalarını hatırlayacak, kıstas yersiz ama en kötüsü kimimiz aklında zırhlı araçla sürüklenen ölü bir genci hatırlayacak. Adının Hacı Lokman Birlik olduğu. Kaybederek kazanmanın acı bedelleri.
Bekleyiş
Memleketten ayrılacağım diyenlerin aklında “ya bırakıp gittiğimde her şey düzelirse, gitmiş olmaya değmezse” kararsızlığı. Aklın kalmış, terk etmek kolay mı? Hem lafı da var, çıkmadık candan umut kesilmez. 15 yıl komada yaşayan birinin hayata döndüğünü okuduk geçenlerde. Oluyor yani… Kurtuluş müjdeleniyormuş gibi, “bir şey olur, öyle bir şey olur ki, bir bakmışsın devrilivermiş!” diyenlere pür dikkat kesilmemiz bu yüzden. Çaktırmıyoruz, öyle de sinik bir bekleyiş var her birimizde.
19 yaşında bir genç, 5 yaşında bir çocuğu defalarca bıçaklayıp öldürüyor. Suriyeli bir çocuğu. Bilhassa belirtiliyorsa bu, pompalanan nefretin sonucuna işaret etmekten. Katledilen bir çocuğun ölüm yıldönümünde, adına verilmiş bir parkın tabelası indirilip yerine başka bir ölünün adı asılıyor. Ölüler üzerinden nisbet, acayip kafalar evet. Lince teşne bir güruh, “burada Ermenilere yer yok” naralarıyla ölünün kazıldığı çukura gözünü dikiyor. Ölülere kadar uzanmış bir kötülük, bitişin habercisi. O bitiş nasıl sonlanır, göreceğiz.
John Zerzan, Gelecekteki İlkel’de dönüşü olmayan öğrenmelerden bahsediyor: “Bir çocuk okur-yazar hale geldiğinde, artık geriye dönüş imkansızdır. Bir müzenin içinde gezinin. Okur-yazar yetişkinlerin, neyi göreceklerinden emin olmak için, tablolardan önce, bu tabloların altındaki tanıtıcı kartları okuduklarını göreceksiniz. Hatta, sadece kartları okuyup, tabloları tamamen es geçmelerine bile tanık olabilirsiniz… Okuma-yazma öğrenme kitaplarında da belirtildiği gibi, okuma kişinin önüne çeşitli kapılar açar. Ne var ki, bu kapılar bir kez açıldığında, bu kapılardan bakmaksızın dünyayı görmek neredeyse imkansızdır.”
Neden yıkılmadık
Manşete bakmak çoğumuz için yeterli. Detaya gerek yok, bu ülkenin ABC’sini sökmüşüz. Üstelik, “bir ülkede en feci neler olabilir?” sorusunun yanıtını gün be gün almışken, alıyorken. Baba kızın öldüğü bir kazada, masaya keyifle yatırılan “ünlü” bir yazar. Bir espriler ki sormayın. Ölenler bizi ilgilendirmiyor, o zaten cepte, olağan. Sonunda “t” olmayan yazarın son edebiyatının yakışıksızlığı büyük ihtimal başa gelen felaketin büyüklüğünden. Vicdan azabından kıvranırken dahi “ben” diyor, ben, ben… Sanki bu bir meydan muharebesinde var olma, yaşayabilme savaşı. Tabloya bakmadan önce, tanıtıcı kartlara bakan biz. Tabloyu çizenin, kendi imzasını hatırlatması da bu yüzden.
Durduğu yerden “her şeyi bilmeyi öğrenmiş” sosyal medya insanı huzursuzluğu diye bir şey de var. Sabah uyanıp telefona doğru uzanan ve o günü parmak ucuyla şıp şıp aşağı doğru kaydıran bir insan türü. Öğrendiğimizi unutmak bundan sonra mümkün değil.
Karşı kaldırımlarda yeşil ışığın yanmasını bekleyen iki ayrı insan grubunun içindeyken hissettiğim bir soru, biz gerçekten birbirimize yabancı mıyız? Saniyeler sonra yakın temas geçip giden insanlar. Geçenlerde Mihrap anlattı. Film sahnesi gibiymiş. Tam bu esnalarda, bir kadın elinden tutmuş, koşarak geçmişler karşıya. O kısa bekleyişin tuhaf yanını anlarmış gibi oldum. Bekleyişteyken, birileri tutmalı elimizden. Karşıdan gelen biri gülümsemeli. Belki de hala yıkılmadıysak, sağımızda solumuzda karşımızda insan bulma umudundan.
Kış geldi. Bugünlerde çoğusu huzursuz, huysuz, mutsuz. Mevsim dönüşlerinin etkisi niye herkesi bir garip buhranlara iter? Zaman geçmiş, dün hayal meyal hatırlanıyor. O pembemsi karnabahar gibi ette (beyin) beliren iyi kötü anılar, yaşanmışlıklar buhar olup uçmuş sanki. Korkunç. Yarına dair belirsizlik, tekrarları yaşamanın bıkkınlığı ama hala yıkılmadık. Umutlu bir bekleyişteyiz, o yüzden mi yıkılmadık? Yıkılmadık, yalnız olmadığımız için mi? Yıkılmadık, kredi kartları, başımızı soktuğumuz ev yetiyor mu bize? Ya da hepsi mi? Hadi bakalım, tekrar başlıyoruz. Kolay gelsin. (FG/YY)