15 Ekim 1994 günü boşaltılan, buz gibi kış aylarına Ovacık’taki naylon çadırlarda çoluk-çocuğuyla giren Maraş (Eğimli) köyüne üç yıl sonra resmi bir heyetle gittik.
Heyet başkanımız öncülüğünde başlayan yolculuğumuz Torunova Karakolunda kimliklerimize el konulması ile başladı. Kimliklerimizi “dönüşte alacağımız” söylendikten sonra dağa doğru tırmanırken karakolun üstünden göğe yükselen gri dumanlar bizi karşıladı. Pulê Miricik (Cemalin Ormanları) üç gündür yanıyordu. Kan ter içinde koşuşturan orman memurlarının yanan meşeleri söndürmeye yeterli bir donanımı olmadığı gibi, ormanın yanışına resmi zevattan olumsuz bir tepki de yoktu doğrusu. Ne de olsa her gün genç insanların yaşamını kaybettiği Dersim’de ormanların yanması artık “haber” bile değildi.
Yolumuz önce Ağdad’dan geçiyordu. Burası Seyit Rıza’nın köyüdür. Dersim’de Kalanlıların (Qalu) tarihini iyi bilen rehberimiz Kazım, Seyit Rıza ve yaşamı ile ilgili hem eleştirel hem övgü dolu düşünceleri ard arda söyleyerek bizi ’38 öncesi “Kırmanciye Beleke”ye götürüyordu. Seyit Rıza’nın evine bir iş makinası sokan torunları evi tamamen yıkmış ve yerine bir yayla evi yapmışlar. Cemaatlerde herkesin birbirinin yüzüne bakmasını sağlayan ve adeta eşitsizliğin reddiyesi olan yuvarlak odalı o tarihi evden geriye bugün pek bir şey kalmamış doğrusu.
Yolumuzun başında Çırtağ (Çambulak) vardı. Burası da 1994’ten nasibini almış. Bomboş olan köyde sadece yaylacılar vardı. Bizi selamladılar ve sıcacık ekmeklerinden ikram ettiler. Daha sonra Çambulak Karakolunda yine durdurulduk. Burada “ikinci kimliklerimiz” istendi. Elbette hiç kimse ikinci bir kimlik vermedi. Torunova Karakolunda sanki kimlik alınmamış gibi “emir böyle” diyerek bu defa kimlik bilgilerimizi yırtık boş bir kağıda yazdılar. Elbette 20 kişilik kafile açısından bu en az bir saatlik bir gecikme demekti.
Nihayet Maraş’a vardık. Burası bir tarafıyla Bava Buyer’e sırtını yaslar; öbür tarafı Mercanlara bakar. Arka taraf Erzincan’dır. Geçmişte Haydaranlılar ile bitmek bilmeyen “sınır kavgaları”ndan geriye boş sahipsiz ve vahşi meralar kalmıştır. Bugün artık ne “sanıki” anlatacak bir yaşlı ne de “kılam” okuyacak bir kimse köyde yoktur. Kuşlar bile azdır; insan olmayan yerde onlar da yol çıkaramazlar.
Köye girer girmez keder gelip yakasına yapıştı köylülerin. Ayakta kalan son kavağını gözyaşları içinde bize gösteren Gülbahar “Kocam yatalak, ne olur zararımızı ödesinler” diye konuşmasına başlıyordu. Cengiz ise “bu köyde ne bal çıkardı…” deyip geçmişe özlemi dile getiriyordu. 80 yaşındaki Ramo ise köyün mağduriyetini “1994’te de, '38’de de bu köy yakıldı” diyerek anlatıyordu. Ramo “38’de mağarada idik. Hesê Geve bizi korumaya çalıştı, İvisê Sey Khali vurulduktan sonra herkes dağılıp canını kurtarmaya çalıştı, en az yüz kişi öldü” diyerek acılı öyküsünü kimbilir kaçıncı kez anlatmaya başlıyordu.
Neşe ile yenen yemekte hüzün bulutunu orta yaşlı Nurettin dağıtıyordu: “1980 öncesi bu köyün devrimci gençlerinden biri sabah akşam bize propaganda yapıyordu: ‘Dewlete qediye, dewlete qediye…’ (Devlet bitti, devlet biti) 12 Eylül gelince bu genci yaşlı bir amca ile kelepçeleyip sorguya götürüyorlar. Yaşlı amca yolda gence dönüp soruyor: "Nero tu vatene dewlete qediye dewlete qediye, ma na eskeriye kamie?” (Sen diyordun devlet bitti, peki bu askeriye kimdir?)
Başka bir köylü ise şu hikayeyi anlattı: “1980 öncesi devrimciler köye gelip gidiyordu. Sürekli ‘faşizm katliam yapıyor’, ‘faşizme lanet olsun’, ‘faşizme karşı mücadele edelim’ diyorlardı. Bir amca dayanamadı bir gün, dedi ki ‘nero nu faşizm lazê kamio sıma ra hên zerar dano?” (Bu faşizm kimin oğludur size böylesine zarar veriyor?)
Komisyon tespitlerini bitirdiğinde hava kararmıştı ve aynı yoldan ağır ağır ilerleyerek Torunova’ya inmeye başladık. Yolda bize Çırtağ’daki yayla evinde çay ve bal ikram eden Cengiz “yaylada arıcılık yapmak için tam 11 adet belgeyi Ovacık ilçe Jandarmaya veriyorum, Torunova Jandarma’da 11 belgeyi yeniden istiyor, kaç günümüz belge toplamakla geçiyor, köye zaten dönemiyoruz bari yaylacılığımıza engel olmasınlar” diye sitem ediyordu. Cengiz iki aydır yayladaymış ve birkaç kovandan elde edeceği bal ile Tunceli merkez Teşnik’te yaşayan eşi ve çocuklarının rızkını çıkarmaya çabalıyor.
Torunova’ya inerken sabah yanan orman hala yanıyordu ve karanlıkta ışıklar yolumuzu farlarımızdan daha iyi aydınlatıyordu. Üçüncü günün sonunda da yangın söndürülmemişti. Gecenin karanlığını aydınlatarak yanan ormanlarımız yüreğimize bir kez daha keder ve üzüntü düşürüyordu.(HA/EÜ)
* Hüseyin Aygün, avukat