"Başörtüsü"nü konu alan Leyla Şahin/Türkiye ve vicdani ret hakkını konu alan Osman Murat Ülke/Türkiye kararlarının yanı sıra AİHM'in "İçyer/Türkiye" kararı da büyük tartışma yaratmıştır. Söz konusu karar 12 Ocak 2006 günü açıklamıştır. Türkiye'deki 3 milyonu aşkın köylünün yaşamını doğrudan etkileyen mahkeme kararı Hükümet ve resmi çevrelerde büyük bir memnuniyet yaratmıştır.
TV'ler ve gazeteler, karar hakkında "AİHM zorunlu göç davalarını reddetti", "AİHM Türkiye'yi haklı buldu" vb. şeklinde sevinçli haberler yayınlamıştır. Karar hakkında hükümetin görüşünü açıklayan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, "20 milyar Avro tazminattan kurtulduk" demiştir. (Radikal, Hürriyet, Milliyet 16.1.2006) 3 milyon köylünün 10 yılı aşkın zamandır yaşadığı "zorunlu göç" sorununun yarattığı ağır tahribatlar ortada iken Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil eden Dışişleri Bakanının "tazminat ödemekten kurtulduk" demeci haklı tepkilere yol açmıştır.
TBMM Meclis Araştırma Komisyonu'nun 14 Ocak 1998 tarihli raporuna göre, 1993 ile 1994 yılları arasında 905 köy ve 2.523 mezra sakini tahliye edilmiş ve ülkenin başka yerlerine taşınmaya zorlanmıştır. Meclisin resmi komisyonunun açıkladığı verilere göre, 380 bin köylü köyünden çıkarılarak batıya zorunlu intikal ettirilmiştir. AİHM'in zorunlu göç ve köye dönüşlerle ilgili verdiği böylesine önemli bir kararın adeta bir "milli zafer" edasıyla verilmesi bir etik tartışmasına da yol açacak görünmektedir. Zira, orta yerde aç, işsiz ve perişan milyonlarca mağdur köylü vardır ve tablonun müessibi Türkiye Cumhuriyeti devleti ve özellikle son 20 yılda işbaşında bulunan hükümetlerdir. Mağduriyetin siyasal sorumluluğu onlara aittir.
Öte taraftan "İçyer/Türkiye" kararı, zorunlu göç, köye geri dönüşler; AİHM'in durumu; Zarar Tespit Komisyonları ve hükümetin uygulamaları konusunda tartışmalara yol açmaktadır. Bu yazının konusu da budur.
"İçyer/Türkiye" kararı
Mahkemenin büyük tartışma yaratan kararı, zorunlu göç uygulamasından mağdur olmuş Aydın İçyer isimli vatandaşın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (AİHS) 8 (özel yaşama, aileye ve konut hakkına saygı ilkesi), 13 (etkili başvuru) ve ek 1 nolu protokolün 1. maddesine (özel mülkiyet hakkı) aykırılıktan hükümeti şikayet etmesi sonucunda verilmiştir. Karar, göç örgütleri, barolar, hukukçular ve en önemlisi mağdur köylülerde büyük rahatsızlığa yol açmıştır. Karardan sonra, AİHM hakkında "köy boşaltma davalarını başından atmak istediği" yönünde güçlü bir düşünce oluşmuştur. Çok sayıda köyü boşaltılan; büyük göç veren ve alan Diyarbakır'daki Göç-Der yetkilileri bu kanaati açıkça dile getirmişlerdir. (Gündem, 27.1.2006) AİHM önünde Türkiye'nin doğu ve güneydoğusundan gönderilmiş en az 8 bin dosya bulunduğu hatırlandığında bu düşüncenin temelsiz olmadığı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
AİHM Üçüncü Dairenin verdiği "İçyer/Türkiye" (kabul edilemezlik) kararı (dosya no. 18888/02) teknik açıdan çok uzun bir karardır. Karar, başvurucu Aydın İçyer'in 1946 doğumlu Tunceli (Dersim) bir Türk vatandaşı olduğunu belirterek, 1994 Ekimine kadar kendisine ait mülklerinin bulunduğu Tunceli ilinin Ovacık İlçesinin Eğrikavak köyünde yaşadığını not etmektedir. Mahkeme, 3 Ekim 1994 tarihinde Eğrikavak sakinlerinin "bölgedeki karışıklıklardan dolayı" zorla köylerinden çıkarıldığını vurgulayarak güvenlik güçlerinin ayrıca başvurucunun mallarını yok ettiğinin de tespit edildiğini dile getirmiştir. Bunun üzerine başvurucu ve ailesinin İstanbul'a taşındığını belirten mahkeme, daha sonra "olguları" sıralamakta, davanın "özel koşullarını" anlatmakta, "taraflarca sunulan belgeleri" ele almakta, 5233 sayılı Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun'u değerlendirmekte, tarafların "esasa dair savunmaları"ndan sonra başvurucu İçyer'in hükümet tarafından oluşturulan Zarar Tazmin Komisyonu'na müracaat etmesi gerektiğini belirterek "hükümetin etkili bir başvuru yolu oluşturmak konusundaki görevini yerine getirdiğini" not etmektedir. Mahkeme böylece artık Türkiye'de "iç hukuk yolunun oluştuğunu" da belirterek mağdur durumdaki köylülerin tazmin komisyonlarına başvuru yapmaları ve mallarına ulaşamamalarının sonucu olarak uğradıkları zararların tazminini talep etmeleri gerektiğini açıklamaktadır.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı gibi AİHM "köye dönüş davalarını reddetmiş" veya "hükümeti haklı bulmuş" değildir. Verilen karar esasa ilişkin olmayıp, "usule dair"dir. Ancak AİHM kararı bu haliyle de hatalarla dolu, zorlama bir karardır ve sert eleştirilere uğraması kaçınılmazdır.
Mahkeme, Hükümet savunmalarına itibar etmiştir
İçyer Kararı'nda Mahkeme hükümetin sunduğu bilgi ve belgeleri "yeterli" görmüştür. Kararın en önemli handikapı bu noktadadır. Hükümet, doğu ve güneydoğu'da kimi illerde Komisyonlar tarafından verilen tazminat miktarlarını gösteren "sulhnameler"i mahkemeye göndererek "Komisyonların etkin şekilde işlediğini" savunmuştur. Söz konusu sulhnamelerde mülkiyetlerine ulaşamayanlar, mülkiyetleri zarara uğrayanlar ve ölüm veya yaralanma durumundaki kişilerin aldıkları değişik tazminat miktarları bulunmaktadır.
Söylemeye gerek yoktur ki, hükümetin Mahkemeye gönderdiği sulhnameler; görece "yüksek tazminat" verilen dosyalara aittir. Bu sulhnamelerden hareketle komisyonların çalışmalarının "yeterli" olduğunu veya komisyona başvuru yolunun "etkili bir iç hukuk yolu" olduğunu düşünmek mümkün olmasa gerekir. Ancak, Mahkeme bu sulhnamelere itibar etmiş görünmektedir.
Hükümetçe, Mahkemeye gönderilen sulhnamelerden birçoğu komisyonların başvuruculara verdiği tazminatların aslında ne kadar yetersiz olduğunu ortaya koymaktadır. Kararda, Tunceli Zarar Tespit Komisyonunun, 8 Haziran 2005 tarihli kararıyla İsmail Baştimur'a bir mayın patlaması sonucu yaralanması nedeniyle 1.294,95 YTL ödemesi; yine bir terör saldırısı sonucu yaralanarak sakat kalan Alişan Bulut'a 8.421 YTL ödenmesine değinilerek, "yasanın işlediği" vurgulanmıştır. Karardan anlaşılmaktadır ki, terörden (veya terörle mücadeleden) zarar görmüş, sakat kalmış insanlara verilen 1 veya 8 milyarlık tazminatları Mahkeme yeterli görmektedir. Mahkeme'nin "ikinci sınıf ülke" insanına bu kadar değer (ve tazminat) reva gördüğü anlaşılmaktadır.
Mahkeme, tarafların sunuşlarından sonra "Mahkeme'nin değerlendirmesi" bölümünde, ilk ağızda başvurucunun yetkililerin herhangi bir engellemesi olmaksızın köyüne hali hazırda dönebildiğini gözlemlediğini ortaya koymuştur. "Başvurucunun köyüne dönmesinin önünde herhangi bir engel bulunmadığı" savunması hükümete aittir. Mahkeme de, bu savunmayı aynen kabul ettiğini ortaya koymuştur. Halbuki, Tunceli'de veya bölgede köye dönüş önünde ciddi engeller vardır. Bu engeller, köylerin altyapısının tamamen yıkık olması, varlığıyla yaralanma, sakatlanmalara ve ölümlere yol açan mayınlar sorunu, devam eden çatışma ortamıdır. Esasen Mahkeme bu engellerden habersiz de değildir. Zira, kararın ilk sayfalarında değinilen TESEV raporunda bu engeller ayrıntılı olarak hatırlatılmıştır. Buna karşın Mahkeme "köye dönüş yolunda engel bulunmadığını" bildirebilmiştir.
Mahkeme "mevcut başvuru yolunun etkililiği" konusunda ise, "Tunceli ve Diyarbakır dahil 76 ilde tazminat komisyonlarının çalışmakta olduğunu" ve "yaklaşık 170 bin kişinin bu komisyonlara tazminat için başvurduğunu" not ettiğini bildirmiştir. Mahkeme, mülkiyetlerine ulaşamayan başvurucuların engellenme, zarar verilme ve ölüm ya da yaralanma durumlarında zarara uğrayanların Tazminat Yasasının öngördüğü başvuru yolunu kullanarak "başarılı bir şekilde tazminat talep edebilecekleri"ni belirtmiştir. Yine Mahkeme, hükümet tarafından sunulan kararlardan hareketle "mevcut başvuru yolunun sadece teoride değil aynı zamanda uygulamada da ulaşılabilir olduğunu" kabul ettiğini bildirmiştir.
Yukarıdaki paragrafta yer alan düşünceler ağır hatalarla doludur. 76 ilde Zarar Tazmin Komisyonlarının kurulması önemli olmakla birlikte komisyonların birleşimi, çalışma usulleri, karar alma yöntemleri ve pratiği değerlendirilmeden tek başına bir anlam ifade etmeyecektir. Mahkeme'nin "etkili" olduğunu belirttiği 5233 Sayılı Yasa çerçevesinde oluşturulan komisyonlar, Hükümet tarafından kurulmuş komisyonlardır.
Komisyonlar, Valiliklerin ve İçişleri Bakanlığının kontrolünde ve denetimindedir (bkz. 5233 Sayılı Yasanın 4, 13 son ve 14. maddeleri; 20.10.2004 tarihli 5233 Sayılı Yasanın uygulanmasına ilişkin "Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanmasına Dair Yönetmelik"in 28. maddesi) ve onların talimatları doğrultusunda hareket etmektedirler. Kuşkusuz ki, Mahkeme de, etkili olduğu varsayılan bir iç hukuk yolunu uygulamakla görevli makamın, mutlaka yargısal bir makam olmasını şart koşmamıştır.
Ancak, Mahkeme'ye göre, bu başvuru yeri yargısal bir makam değilse, o takdirde sahip olduğu yetkiler ve sağladığı güvenceler, izlediği usulün etkili olup olmadığına karar verirken önem taşıyacaktır (bkz. 25 Mart 1983 tarihli Silver ve Diğerleri v. Birleşik Krallık kararı, § 113(b)). Komisyonlar, ilgili ilin valisinin seçtiği hiyerarşik astı olan 6 memur (komisyon başkanı olarak vali yardımcısı ve valinin emrindeki değişik idari birimlerden 5 memur) ve baro tarafından belirlenecek 1 avukattan oluşmaktadır.
Sahip olduğu yetkiler ve sağladığı güvenceler bağlamında, komisyonları oluşturan üyelerin uzman olmalarının, onların idari üstlerinden özerk hareket etmeleri bakımından bağımsızlık ve tarafsızlıklarının 5233 Sayılı Yasayla güvence altına alındığı söylenemez. Yine avukat temsilcinin kararların salt çoğunlukla alınması karşısında kararlar üzerinde bağımsızlık ve tarafsızlık adına hiçbir etkisi bulunmamaktadır (bkz. 5233 Sayılı Yasanın 4. maddesi).
Aksine 5233 Sayılı Yasa, bağımsızlık ve tarafsızlık güvencelerini komisyonlara vermediği gibi, denetimlerini de hiyerarşik üstleri olan valiler ve bakanlığa bırakarak bağımlılıklarını perçinlemekte (bkz. 5233 Sayılı Yasanın 14/1. maddesi; 20.10.2004 tarihli Yönetmeliğin 28/1. maddesi), ayrıca komisyon üyelerini verdikleri tespit kararları nedeniyle hiyerarşik üstlerinin, idareyi uğradığı zarara uğrattıkları suçlamasıyla karşı karşıya kalmaları halinde rücu tehdidi altında da tutulmaktadırlar (bkz. 5233 Sayılı Yasanın 13/son maddesi; 20.10.2004 tarihli Yönetmeliğin 26/son. maddesi). Komisyonları oluşturan memurların bu kadar bağımsızlık ve tarafsızlık güvencesinden yoksun durumda olmaları, onların hiyerarşik üstlerinden bağımsız ve tarafsız bir şekilde hareket etmelerini imkansız kılmaktadır.
170 bin kişinin komisyonlara başvurmuş olması da bize göre "başarı" değil; açık bir başarısızlıktır. Zira, zorunlu göç uygulamasından gerçekte 3 milyon kişinin; resmi makamlara göre bile 380 bin kişinin zarar gördüğü dikkate alındığında 170 bin kişinin başvuruda bulunmuş olması yasanın başarısızlığını göstermektedir. Komisyonlara başvuru sayısının daha yüksek olması durumunda bile yalnız başına bu veri, yasa ve komisyonlar hakkında doğru bir fikir oluşturmaya yetmez.
Milyonlarca başvuru yapılması halinde bile başvurucuların gerçek zararlarının karşılanıp karşılanmadığı; yeterli miktarlarda tazminat ödenip ödenmediği ve köye dönüşe yardımcı olunan bir pratik izlenip izlenmediği hususları da dikkate alınmak zorundadır. Komisyonlar bugünkü çalışmalarıyla mağdurların zararlarını karşılama yeteneğine sahip olmadıklarını kanıtlamışlardır. Yasanın çıktığı Temmuz 2004'ten bu yana 1.5 yıl geçtiği halde Komisyonlara yapılan başvuruların toplamının ancak yüzde 10'una yakını hakkında karar verilmiştir. Verilen kararlarda ise ret oranları son derece yüksektir.
BM Ülke İçinde Yerinden Edilme Konusundaki Özel Temsilcisi Walter Kälin'in Mayıs 2005'te yaptığı basın açıklamasında belirtildiğine göre, bugüne kadar sonuçlanan başvuruların yaklaşık yüzde 72'si reddedilmiş bulunuyor. (Bianet, 20.1.2006) Bu son derece yüksek bir orandır. Tunceli'de komisyona başvuruların yüzde 30'u, Diyarbakır'da ise yüzde 25'i değişik gerekçelerle reddedilmiştir. Tunceli'de bir ilçeden (Pertek) yapılan başvurular hakkında Kaymakam tek yanlı ve toplu bir karar vererek; "köyden zorla çıkarılma olmadığı" veya "zorla boşaltılan köyü olmadığı" gerekçesiyle bütün başvurular reddedilmeye başlanmıştır. Özetle, 5233 sayılı yasa ile açılan Zarar Tazmin Komisyonlarına başvuru yolu Mahkeme'nin kararının tersine, teoride ve pratikte ulaşılabilir veya "etkili" değildir.
Mahkeme Zarar Tazmin Komisyonlarının mevcut durumunun Xenides-Arestis davasındaki komisyonlardan farklı olduğunu düşündüğünü bildirmiştir. Mahkeme, Xenides-Arestis davasındaki tazmin komisyonlarının birleşimi hakkındaki kaygılarını ifade etmeye iten nedeni "üyelerinin çoğunluğunun Rumların evlerinde ya da onların sahip olduğu mülkiyet üzerinde inşa edilmiş evlerde yaşamaları ve bu nedenle tazmin komisyonlarının kararlarını aşırı bir şekilde etkileyebilecek bir çıkar çatışması ihtimalinin var olması" olarak açıklamıştır. Türkiye'de kurulmuş komisyonların birleşiminin ise çekişmeli olduğunu düşündüğünü söylemiştir. Bu değerlendirme de hatalıdır. Yukarıda Komisyonların birleşimini, yetkilerini, karar alma yöntemlerini, sorumluluklarını açıkladığımız için Mahkemenin bu değerlendirmesine de katılmamızın mümkün olmadığını belirtmekle yetiniyoruz.
Mahkeme, Tazmin Yasası'nın sadece maddi zararların tazminini olanaklı kıldığını vurgulamakla beraber yasanın 12. maddesine göre idare mahkemelerinde manevi zararlar için tazminat isteme olasılığının da var olduğunu bildirmiştir. Bu konudaki değerlendirme de yanlıştır. Yasanın 12. maddesine göre, idare mahkemesinde tazminat istemek olanaklı değildir. Zira, yasanın 7. maddesinde hangi türde zararların talep edilebileceği sınırlı olarak sayılmıştır. Manevi zarar talebinin dava yoluyla ileri sürülmesi yasanın 7. maddesine göre mümkün değildir.
Karar, Mahkemenin, Türkiye içinde zorla yerinden edilen kişilere ilişkin sorunun çözülmesi ve Türkiye'deki söz konusu sistematik sorunun sonlandırılması için alınması gereken muhtemel tedbirlerin -27 Temmuz 2004 tarihli Tazmin Yasasını çıkarmak dahil- alındığını ve Hükümetin etkili bir başvuru yolu oluşturmak konusundaki görevini yerine getirdiğini kabul ettiğini ortaya koyan görüşüyle sona ermektedir.
Yukarıdaki kısa açıklamalardan ve satırbaşlarından anlaşılacağı gibi "İçyer/Türkiye" kararı hatalı bir karardır. Karar, "zorunlu göç" gibi toplumsal, siyasal ve psikolojik yönleri de bulunan büyük bir insan hakları sorununda Mahkemenin yaklaşımın yüzeysel bir çözümden ibaret olduğunu ortaya koymaktadır.
AİHM'in gittikçe artan iş yükü ve güven kaybı
AİHS sistemi içindeki en önemli denetim organlardan biri olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bir yargı yeridir ve AİHS'in tek denetim organıdır. AİHM, önüne gelen davalara bakma ve uyuşmazlık konularını kesin olarak karara bağlama yetkisine sahiptir. Mahkeme kararları kesindir ve devletleri bağlayıcı bir nitelik taşımaktadır.
AİHS, 3 Eylül 1953'te yürürlüğe girmesine rağmen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 1959'da kurulmuştur. Bu "gecikme", Mahkemenin kuruluşu için en az sekiz devletin mahkemenin yargı yetkisini tanıma koşulunun getirilmiş olmasından kaynaklanmıştır. AİHS tarafından öngörülen bu "koşul" ancak altı yıl sonra yerine getirilebilmiştir. Bu durum, Mahkemenin yargısal faaliyetlerini tanıma konusunda Avrupa Devletlerinin daha en başta isteksizlik duyduklarını göstermiştir.
AİHM'e özellikle "bağımsız yargı" yönünden haklı ve ciddi eleştiriler yöneltilmektedir. AİHM üyelerinin bağımsızlığı ve tarafsızlığı tartışmalıdır. Zira; Mahkemede görev yapan yargıçlar taraf devletler tarafından gösterilen üçer kişilik oluşan bir listeden Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından seçilmektedir. Bu durum taraf devletleri yargılayan Mahkemenin "devletlerden bağımsız" olmadığını ortaya koymaktadır.
Nitekim, günümüzde Mahkeme, kısıtlı bütçesinden, az sayıdaki yargıç (ve personel) sayısına dek çok önemli ve ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Mahkeme'ye yapılan başvurular her yıl katlanarak artmaktadır. 24 yargıcın 100 bine yakın davada yeterli bir inceleme ve araştırma yapması mümkün olmasa gerekir. Avrupa Konseyi tarafından hukukçulara yaptırılan bir araştırma, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) giderek artan davalara etkili ve zamanında bakma konusunda etkisiz kaldığını ortaya koymuştur.
Avrupa Konseyi'ne üye ülkelerde yaşayan 800 milyon kişinin, insan hakları ihlalleri açısından umut kaynağı olan AİHM'e, geçen yıl yaklaşık 44 bin başvuru yapıldığı saptanan raporda, ''Strasbourg Mahkemesi'nin mevcut işleyiş yapısıyla bu başvurularla başa çıkamadığı'' yorumu yapılmıştır. Hukukçular tarafından kaleme alınan raporda, ''AİHM mekanizmasının köklü bir reformdan geçirilmesi'' tavsiye edilirken, AİHM'de şu anda bekleyen davaların sayısının 82 bine ulaştığı, bu sayının beş yıl içinde üç misline çıkmasının beklendiği bildirilmiştir. Raporda, AİHM'e geçen yıl yapılan başvuruların yüzde 17'sinin Rusya, yüzde 13'ünün Türkiye, yüzde 12'sinin Romanya ve yüzde 11'inin Polonya'dan geldiği belirtilmiştir. (Bkz. 3-4.1.2006 tarihli gazeteler) Mahkeme kararlarının adil yargılanma bakımından eksiklikler taşımasının önemli sebeplerinden birinin de bu durum olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Günümüzde de, Avrupa Konseyi'ni oluşturan devletlerin Mahkeme'nin etkili ve hızlı işlemesi konusunda isteksizlik duydukları ortadadır. Tıpkı Türkiye'de adalete binde 7 gibi düşük bir payın verilmesi gibi AK'de de AİHM'e ayrılan bütçe düşüktür. AİHM'den kararların geç çıkması ve adil olma özelliğine sıklıkla gölge düşmesi karşısında Mahkeme'nin geleceği hakkında tartışmalar yapılmaya başlanmıştır. (HA/EÖ)