"Türkiye'de devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla çok fazla "Türk". Devlet korkularından –özellikle Kürt korkusundan- kurtulmalı. Toplumsal kesimlerin demokratik hak talepleri karşılanmalı, idari ve siyasi yapı bütünüyle demokratikleştirilmeli."
Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Vahap Coşkun kuruluşundan bu yana cumhuriyetin perspektiflerini, devlet-toplum ilişkisi, temsiliyet krizi, özgürlükler ve temel haklar ve kamusal alan-özel alan tahayyülleri anlamında ne gibi değişimler yaşandığını anlatıyor. Cumhuriyetin numarası kaç? "Yeni Türkiye", yeni bir cumhuriyet inşası projesi mi? Öyleyse onu farklı kılan ne?
Cumhuriyetin 91. yılında bianet sordu, Doç. Dr. Coşkun yanıtladı.
Cumhuriyet’in kuruluşundaki genel perspektif neydi?
Cumhuriyet’in temel gayesi, bir ulus-devlet yaratmak ve bu ulus-devleti “çağdaş uygarlık seviyesine” ulaştırmaktı. Cumhuriyet’in kurucuları, tarih ile keskin bir kopuşu gerçekleştirip kendi uygun gördükleri yeni bir kimliği halka dayattılar. Bu kimliğin iki temel ilkesi vardı: Milliyetçilik ve Laiklik.
Cumhuriyet’i kuran bürokratik elite göre, “çokluk” ve “farklılık” bir ülkenin zayıflatan unsurlarıydı. Onlar, bir ülkenin huzurlu ve güçlü olmasını “teklik” ve “birlik”te görüyorlardı. Kurdukları devletin bir daha parçalanma tehlikesi yaşamaması için, “Türk” kimlikli “yeni bir ulus” yaratma politikası izlediler. Bu politikanın bir sonucu olarak, bir taraftan devletin tüm kurum ve kuruluşlarına “Türk” kimliği egemen kılındı, diğer taraftan ise Türklük haricindeki kimliklerin kamudaki görünürlükleri mümkün mertebe azaltıldı ve hatta ortadan kaldırıldı.
Cumhuriyet’in banilerinin indinde din de önemli bir problem alanıydı. Onlar, dinin geçmişte kalması gerektiği kanısındaydılar. Modern bir devletin kurulması ve yaşatılması için dinin toplumsal yaşamdaki etkileri –yok edilemese de- en azından azaltılmalıydı. Bunu yapacak olan, laiklik ilkesiydi.
Laikliğin üç temel amacı vardı: İlki, devlet ve din arasındaki ilişkileri koparmak ve devlet yönetimini dini nitelikli kurallardan arındırmaktı. İkincisi, bireylerin ve toplum kültür dünyasını dini etkilerden kurtarmaktı. Üçüncüsü ise, bizatihi dini (İslam’ı) değiştirmek ve onu daha “modern” kılmaktı.
Kısacası milliyetçilik imparatorluk mirası olan ve doğal olarak birçok farklılığa sahip olan topraklarda tekçi bir ulus-devlet yaratmayı, laiklik ise, çağdaş uygarlık seviyesine varmayı sağlayacaktı. Kurucu kadro, bu iki ilkeyi meşru kodlar olarak gördüler ve sanattan siyasete, eğitimden ekonomiye, kültürden bilime kadar her alanı bu iki üzerinden şekillendirdiler.
Bugün durum ne? Cumhuriyet kuruluşundaki genel perspektifini koruyor mu?
Kemalist proje, yaklaşık bir asırdır bu topraklarda tatbik ediliyor. Bu süre zarfında, kendi amaçları doğrultusunda, önemli “başarılar”a ulaştığı göz ardı edilemez. Mesela, gayri-Müslimleri –çeşitli yollarla- tasfiye etti. Türk olmayan Müslüman grupların önemli bir kesimini Türklük dairesinin içine aldı, onların Türklüğü benimsemelerini sağladı. Bununla birlikte Kemalist Cumhuriyet hayal ettiği toplumu yaratamadı; milliyetçi ve laikçi umdeler etrafında biraraya gelmiş mono-blok bir toplumu meydana getiremedi.
Bunun –hem iç hem de dış- birçok sebebi var: Kürtler, daha en başından beri Cumhuriyet’in tekçi kimliğine karşı durdular. İtirazlarını kimi zaman siyaseti, kimi zaman da siyaset dışı yolları kullanarak dışa vurdular. Nüfusun ağırlıklı bölümünü oluşturan muhafazakâr-mütedeyyinler, fırsat bulduklarında Kemalizm ile mesafeli siyasi yapıları iktidara taşıdılar. Keza dış etkenler de önemli rol oynadı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çok partili bir siyasi hayata geri dönülmesi, Cumhuriyetçi projenin tümüyle hayata geçmesini mümkün olmaktan çıkardı. 1960’lardan sonra tüm dünyada farklılıkların siyasetin merkezi konusu haline gelmesi Türkiye’yi de etkiledi.
Başta Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve başörtüsü sorunu nedeniyle mağdur olan İslami kesimler olmak üzere çeşitli gruplar, Cumhuriyetçi projeye sert bir şekilde itiraz etmeye başladılar ve kültürel haklar konusundaki taleplerini yoğunlaştırdılar. Böylece Kemalizm güç kaybetti, artık toplumsal talepleri karşılama ve/veya bastırma iş göremez oldu.
Somut olarak ne gibi değişimler yaşandı? Örneğin devlet-toplum, neler değişti?
Devletin toplum üzerindeki vesayeti geriletildi. Cumhuriyet seçkinlerine göre halk “cahil cühela” idi, devlet yönetimi cahil cühelanın eline bırakılamazdı. Halk, bu elitin değerlerine uygun bir biçimde eğitilmeli, işlenmeli ve belli bir kalıba sokulmalıydı. Halk, elitlerin arzuladığı bir kıvama geldikten sonra ancak bir kıymete sahip olabilirdi. O zaman gelinceye kadar halk tamamıyla zapt-u rapta alınmalıydı. Ona ne düşünmesi, ne giyinmesi ve nasıl davranması gerektiği rehberleri tarafından öğretilmeliydi. Bu da halk üzerinde daimi bir vesayeti gerektiriyordu.
Vesayet, Cumhuriyet’in başından beri sisteme içkin olan bir özellikti. Bir siyasal hareket bu vesayet ilişkisini değiştirmeye yeltendiğinde veya bunun emarelerini gösterdiğinde, kendilerini rejimin kurucu ve kollayıcısı olarak gören güçler, hemen müdahale edip vesayeti tahkim edecek tedbirleri aldılar. 27 Mayıs’tan başlamak üzere tüm askeri darbeler bu çerçevede değerlendirilebilir.
Bilhassa 27 Mayıs, vesayete kurumsal bir nitelik kazandırdı. Halkın seçiminden çıkacak sonuca duyulan korkunun bir sonucu olarak 1961 ve 1982 Anayasalarına çok sayıda vesayet mekanizması yerleştirildi. Ordu, üniversite, yargı ve bürokrasinin sistem içindeki ağırlıkları artırılarak vesayet kalıcı bir rejime dönüştürülmek istedi. Bölünme ve irtica gibi korkulara dayanılarak, vesayet meşrulaştırılmaya çalışıldı.
Uzunca bir süre bu vesayet rejimi toplum üzerinde hüküm sürdü. Fakat bugün itibariyle bu vesayetin –tamamen kalkmış olmasa da – önemli bir oranda zayıflatılmış durumda. Halk, kendi yönetimini belirlemede geçmiş dönemlere nazaran bugün çok daha fazla söz sahibi.
Peki, mesela temsiliyet krizi, özgürlükler ve temel haklar ve kamusal alan-özel alan tahayyülleri anlamında ne gibi değişimlerden bahsedebilirsiniz?
Vesayetin azaltılması, belirtiğiniz tüm bu hususlar olumlu tesirde bulunuyor. Cumhuriyet’in tek parti döneminde bir temsilden söz edilemezdi. Çok partili hayata geri dönüldükten sonra da, siyasetin sürekli askeri ve sivil bürokrasinin tasallutu altında olması ciddi bir temsil krizi vardı.
Siyasi sahanın sadece belli kişilere açık olması, onların temsil ettikleri dışında kalan grupların temsilini mümkün olmaktan çıkarıyordu. Bugün siyasi alan –olması gerektiği gibi- çok daha renkli. Kürtlerin, dindarların, Türk milliyetçilerinin, laikçi ve ulusalcıların hassasiyetlerini siyasi arenaya taşıyan, onları temsil eden aktörler, yapılar ve partiler var. Dolayısıyla temsil, eskiye oranla çok daha güçlü. Ancak Siyasi Partiler Yasası gibi, Seçim Kanunu (yüzde 10 barajı) gibi temsilde sıkıntılara sebebiyet veren daha birçok engelin olduğu da unutulmamalı.
Kamusal alan da, bugün çok daha çeşitli. Daha önce sadece belli bir kimliğin (Türk, Sünni ve Laik) mensuplarına açık olan kamusal alanda, bugün çok farklı kimlikler yer alabiliyor. Kürtler, Aleviler, Ermeniler, başörtülüler, LBGT grupları ve diğerleri kamusal alana kendi kimlikleriyle çıkıyorlar, talepleriyle bu alandaki tartışmalara müdahil oluyorlar. Farklı yaşam tarzları kamusal alanda boy gösteriyor. Kamusal alanı sadece kendileri için tahsis edilmiş bir alan olarak görenler bunu yadırgayabilirler. Ama bu aslında bir normalleşeme belirtisidir. Zira kamusal alan, çok farklı grupların içinde yer aldığı bir tartışma, tanışma ve mücadele alanıdır.
Cumhuriyet’i numaralandıranlar yaklaşımlar var. Önce şunu sorayım: Cumhuriyet numaralandırılabilir mi?
Bu, bir Fransız geleneği. Fransa’da Cumhuriyet, anayasal sistemle ilgili meydana gelen radikal değişikliklerle irtibatlı olarak numaralandırılmıştır. 1789 Devrimi’nden sonra 1792’de Krallığın lağvedilip Cumhuriyet’in ilan edilmesi 1. Cumhuriyet; 1848 Devrimlerinden sonra imparatorluktan tekrar Cumhuriyete geçiş 2. Cumhuriyet, 1870 Fransa-Almanya Savaşı sırasında ilan edilen ve 1940’a kadar süren dönem 3. Cumhuriyet adlandırılır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni parlamenter rejim 4. Cumhuriyet ismini alır ve 1958’e kadar sürer. Cezayir Bağımsızlık Savaşı’nın ortaya çıkardığı sorunları gidermek üzere göreve çağrılan De Gaulle, cumhurbaşkanının yetkilerini artırılmasını talep eder. Böylece “yarı başkanlık sistemi”ne geçilir ve 5. Cumhuriyet başlar. Yani bu Fransız yaklaşımını benimsediğinizde, anayasal sistem içindeki belirgin dönüm noktalarını ele alıp Cumhuriyet’i numaralandırabilirsiniz.
Peki, madem numaralandırılabiliyor, o halde bu kaçıncı “Cumhuriyet”?
Burada farklı görüşler var. Kimileri bütünüyle Fransa’daki mantığı esas alır; sistem içindeki radikal dönüşümlere ve anayasa değişikliklerine bakarak Cumhuriyet’i numaralandırır. Buna göre; 1923-1946 tek parti dönemi 1. Cumhuriyet, 1946’da çok partiye dönüş ile başlayan 27 Mayıs darbesine kadar olan dönem 2. Cumhuriyet, 1961 Anayasasıyla başlayan ve 12 Eylül darbesi ile sona eren dönem 3. Cumhuriyet ve 1982 Anayasasıyla başlayan ve halen devam eden dönem de 4. Cumhuriyet’tir. Bu perspektiften gidildiğinde, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi de önemli bir anayasal değişikliğe tekabül ettiğinden, 10 Ağustos’tan sonraki dönemi de 5. Cumhuriyet olarak nitelendirilebilir.
Kimileri ise, anayasa değişikliklerinden ziyade sistemin temelinde yer alan ideolojiye odaklanmamız gerektiğini belirtiyorlar. Buna göre, Cumhuriyet Kemalist ideolojiye dayanıyor ve Kemalizm halen anayasal sistemin temeli olmaya devam ediyor. Dolayısıyla Kemalizmden tam manasıyla bir kopuş yaşanmadığı müddetçe yeni bir Cumhuriyet’ten söz edilemez. Bu bağlamda halen 1. Cumhuriyet’teyiz, eğer yenisini kuracak olursak olduğumuzu söylüyorlar. Bu nedenle kaçıncı Cumhuriyet’te olduğumuz sorusuna verilecek cevap, bu yaklaşımlardan hangisini benimsediğinize bağlı olarak değişecektir.
Siz hangisini benimsiyorsunuz?
Önceleri kendimi “2. Cumhuriyet” tezine daha yakın buluyordum. Ama şimdilerde daha çok Şükrü Hanioğlu gibi düşünüyorum. Numaralandırmaktan çok, Türkiye’deki “cumhuriyetçilik”i sorgulamanın daha yerinde olduğu kanısındayım. Bu tür numaralandırmalar, toplumun ilgisini çekme noktasında daha cazip görünebilir. Ama Cumhuriyet’in düşünsel temelleri, bunun Türkiye toplumuna ne derece uygunluk gösterdiği, Cumhuriyet ile demokratik değerle nasıl uyumlu hale getirileceği üzerinde yapılacak olan derinlikli tartışmalar daha fazla fayda sağlar.
"Yeni Türkiye", yeni bir cumhuriyet inşası projesi mi? Öyleyse onu farklı kılan ne?
AKP, iddialı siyaset yapmayı seven bir parti. Destekçilerinin önüne bir iddia koyuyor ve onları bu iddia etrafında kenetleyebiliyor ve harekete geçirebiliyor. Başarısının altında yatan önemli etmenlerden biri de bu. “Yeni Türkiye”, elbette yeni bir cumhuriyet yaratma arzusunu da içinde taşıyor. Ancak bu kavramı kullanırken bazı hususlara dikkat etmek gerekir:
Birincisi, çok uzunca bir süre uygulamada kalan ve kendini çeşitli araçlarla tahkim eden bir siyasal sistemi kısa bir süre içinde ortadan kaldırmanın mümkün olmadığı akılda tutulmalıdır. İkincisi, sosyal ve siyasi alanda, geçmiş ile gelecek, eski ve yeni iç içe geçtiği birçok durum bulunur. Dolayısıyla eskiyi tümüyle kaldırıp yerine yenisini koymak çoğu zaman imkânsızdır.
“Yeni Türkiye” gerçeklik değil, bir ideal, bir iddiadır. Bunun farklı olması, birbiriyle bağlantılı üç şarta bağlı: İlki, Türkiye’de devlet bütün kurum ve kuruluşlarıyla çok fazla “Türk”. Bu, değişmeli. Devlet bu kadar “Türk” olmaktan çıkmalı, bütün vatandaşları kapsar hale gelmeli. Bütün vatandaşlarının etnik kimliklerine saygı göstermeli. Devlet kuruluşları, Türklerin kimliklerine, tarihlerine ve kültürlerine hizmet ettiği gibi diğer etnisiteden vatandaşlarına da hizmet etmeli. İkincisi, korkularından –özellikle Kürt korkusundan- kurtulmalı. Hem ülke içindeki hem de ülke dışındaki Kürtlerle yakın ve sıkı ilişkiler kurmalı. Üçüncüsü de, toplumsal kesimlerin demokratik hak talepleri karşılanmalı, idari ve siyasi yapı bütünüyle demokratikleştirilmeli. (HK)