Fotoğraflar: Evrim Kepenek/bianet
İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın cezaevlerindeki hak ihlallerine dair düzenlediği paneldeyiz...
En önde bir kadın oturuyor ve anlatılan her şeyi dikkatlice dinliyor. Salona giren herkes birbirine soruyor, “Oyuncu değil mi bu kadın?”, “O mu? Değil mi?”
Soruları, fısıltıları arkada bırakıp, yanına gidiyorum...
“Yeni oyununuz hakkında röportaj yapabilir miyiz” diyorum, “Kadın bir sanatçı olarak yaşadığınız sorunları konuşabiliriz” diye de ekliyorum.
“O kadar çok politika konuşmak zorunda kalıyoruz ki kimsenin bunları merak ettiğini düşünmüyordum. Ne güzel oldu, tabii ki konuşabiliriz” diyor.
O, Jülide Kural. Bir dönemin unutulmaz dizisi Süper Baba’nın eczacı İpek’i, tiyatro severlerin Frida Kahlo’su...
Sanatla başlayıp, kadın ve doğa hakları üzerine gelişen ilk söyleşimiz üzerinden neredeyse iki yıl geçti.
Bu sürede karşılaşmalarımız bitmediği gibi sohbet konularımız da derinleşti. İkinci söyleşimiz için geçen hafta Beşiktaş’ta buluştuk.
Konumuz, benim deyimimle “erkek şiddeti” ve “toplumsal cinsiyet rolleri”, Kural’ın deyimiyle, “ayaklarını yere sağlam bastığını sanan eril zihniyetin sallanan zemini”...
O zaman sözü Jülide Kural’a bırakıyorum...
Toplumsal cinsiyet rolleri ile siz ilk nasıl karşı karşıya geldiniz?
Anne baba ilişkisinde şiddeti net olarak gören bir çocuk olarak büyüdüm. Baba, anneye şiddet uyguladığı için şiddetin varlığını ilk başta korku boyutuyla kavradım.
Şiddeti simgeleyen erkek baba rolünde, kadını simgeleyen ve şiddet gören de anneydi.
4-5 yaşlarında tanık olduğum bu bilgi, bana yerleşti ve bir erkeğin neler yapabileceğini, kadının kendisine yönelen şiddete karşı sessiz, pasif kaldığını gözlemledim.
Bu fark ettiğiniz durum sizin yaşantınıza nasıl yansıdı?
O süreçten sonra büyüme aşamasından sonraki yaşlarda erkeklere karşı çok büyük bir öfke vardı. Erkek olmak böyle bir şey; her türlü karar verme yetkisine sahip diye sanıyordum. Kadın cinsine ise susan, pısan, korkan, sonuçta görevlerini yerine getiren bir cinsiyet olarak bakıyordum.
Bunun farkına vardıktan sonra erkeklere duyduğum öfke ile kendimi ilk başlarda gerçekleştirmek için ben de erkek gibi davranıyordum.
“Korkusuzluk ilkem oldu"
Nasıl yani?
O role, kadınlara biçilen role, kimliğe o toplumsal cinsiyete uymayacağımı küçük yaşta erkeklere karşı belli ettim. Bana, dayak, şiddet vs. yapılamayacağını gösterdim.
Bütün o süreçler, her insanda olduğu gibi bende de duygusal tepkiye neden olurken elbette karakterde birçok şey değişiyor.
Şunu görmüştüm: Sana vuramayacağını ona anlatırsan karşındaki korkmaya başlıyor. Aslında bu, iyi bir şey değil, karşındaki korkmaya başlıyor. İlk öğrendiğim şey korkusuzluğun bir temel ilke olması gerektiği. Pusulam korkusuzluktu.
Bu olumsuz bir şey aslında. Hayatımda bir yanımı çok hırpaladı ama bir yandan da cesaretimi artıran bir şey oldu. Sonrasındaysa ben 12 yaşlarıma geldiğimde, artık kadın olarak değişen bir vücudum vardı. Oysa ben erkeklere hep kanka gibi davranıyordum; anladım ki ben de bir kadın olacağım.
Dolayısıyla erkeklerle bu kadar kanka dost olamayacağım, kadın olarak farklı davranmam gerektiğini anladım. Fiziksel olarak gelişmemle beraber de bana toplumdan yansıdı.
“Edebiyat bana güç verdi”
Bu değişikler sizde nasıl bir etki bıraktı?
Ben bu değişikliği fark etmeye başlayınca birçok şeyi sorgulamaya başladım. Sorgulamalardan çıkamayınca da kendim tamamen edebiyat dünyasına sığındım.
Hissettiğim haksızlıklar o kadar çoktu ki orada direnen kahramanlar bana güç veriyordu. Ben artık büyümekteydim, o okumalar bana güç olarak geri döndü.
O zamanlar her şeye sınıf perspektifinden bakmayı öğrendim, kadın perspektifi yoktu.
“Kendimi sosyalist olarak tanımlıyorum”
Kendinizi nasıl tanımlıyordunuz?
Sosyalist olarak tanımlıyordum. Bana uygulanmasa da hayatta ilk tanık olduğum durumlardan biri şiddetti. Ama annemin gördüğü şiddet bana sevgi olarak yansıdı.
Her ne olursa olsun annem bana yeni pencereler açtı, sevgiyle her şeyin çözülebileceğini anlattı. Bilerek yapmadı davranışlarıyla bunu bana yaşattı. Çocukluğumdan beri annemden güç aldım. Sosyalist kimliğimde böyle gelişti sanırım. Sonra feminist okumalarla birlikte o yönüm de güçlendi.
“Eril kimliği benimseyen kadınlarla mücadele ettim”
Bu anlamda en çok kadınlardan güç aldığınızı söyleyebilir misiniz?
Hayatım boyunca kadınlardan güç aldığım gibi en çok da eril kültürü sahiplenmiş kadınlarla mücadele etmek zorunda kaldım.
Özellikle kendi meslek hayatımda en çok kadınlarla mücadele ettim. O kadına biçilmiş olan toplumsal cinsiyetin tüm rollerine nasıl sahip çıktıklarını gördükten sonra mücadelem başladı.
Biyolojik olarak erkek olanlarla büyük sorunlar yaşamadım. Bir aklınız, kimliğiniz, kişiliğiniz varsa; erkek zaten on beş adım geriden yaklaşıyor. Ama bir kadınla öyle olmuyor. Kadınlar birbirlerini çok iyi anlıyor ve karmaşık bir ilişki ağı var.
Sadece kadın olduğu için dışlanan oyuncular var...
En çok bilineni Afife Jale. Sadece kadın olduğu için ağır yaptırımlardan geçiyor. O eski kadın oyuncular, özgürlük için mücadele eden kadınlar, o özgürlük ateşini bize verdiler.
O ateşi Prometheus'un insana, çok önemli bir güç olan “bilgi ateşi”ni vermesi gibi o kadınlar da bize, “özgürlük ateşini” verdiler. Biz kadınlar birbirimize özgürlük ateşini taşıyoruz.
Şu an yaşadığım özgürlük alanlarını benden önce mücadele eden kadınlar sağladı, benden sonra gelen genç oyuncu için bu çok daha kolay olacak.
Tarihten gelen birçok kadının taşıdığı özgürlük ateşini aldım dedim ya, onu şimdi olabildiğince daha ileriye aktarmaya çalışıyorum.
“Frida ile buluştum, Rosa’ya vardım..”
İki yıl önceki söyleşimizden...
Sahneye taşıdığınız kadınlara gelecek olursak…
Ben bu toplumda sosyal hayatta politik anlamda sıkıştırıldığımı hissediyorum. Mesela Frida’yı seçtim ilk. Çünkü ben de o zaman bir dönem dışarıdaydım çok sorgulamalarım oldu. İçimi acıtan şeyler oldu, yaralarım oldu. Bireysel serüvenimden söz ediyorum. Bir kadının topluma çıkıp ıslığı ile tüm dünyayı değiştirebildiği, eteğini bir savurmasıyla bütün toplumu değiştirebileceğini gördüm.
Kadın özgürlük mücadelesine küçük bir katkı sunmak için Frida ile buluştum. Hem benim kişisel tarihimde bir karşılığı vardı hem de toplumsal olarak bir karşılığı vardı. Hayat içinde yaralandı, buna rağmen mücadele etti Frida hem de kadınlığını hiç unutmadan…
Ben bu yaralı geyiği aldım onu anlatmak istedim. Orda aslında kadın özgürlük mücadelesinin çekiciliği çoktu.
Peki şimdi hangi hangi kadını sahneye taşımayı düşünüyorsunuz?
Şimdi başka bir kadın çalışıyorum. Politik arenada kadının kimliğine yönelik olsun eş başkanlık sistemine karşı konulan tavırdan olsun, kadının siyasetteki konumunu biliyoruz. Çalıştığım kadın Rosa Luxemburg…
Rosa’nın hayatıma girmesinde kadınların politik arenada görünür olması ve ilk yaptırımın da yine onlara uygulanmasının etkisi var. Tıpkı bugün eş başlık sistemindeki kadınlara yönelik saldırılarda olduğu gibi.
“Biz kadınlar varız’ diyor, diyoruz”
Örnek verir misiniz?
Bir kadın muhalefet ettiğinde annelik ve kadınlık üzerinden vurulması, “Bir kadın olarak sen sus” denmesi. Kadın Bakanlığı’nın yerine Aile Bakanlığı’na geçilmesi. Bunlar beni çok üzen, sıkıştıran şeyler. Dün de böyleydi. Dün de kadınlar siyasi arenada yok sayılmak istendi, Rosa “Ben varım” dedi. Bugün de benzer şeyler oluyor ama bu sefer çok daha fazla sayıda kadın çıkıp “Biz kadınlar varız” diyor, diyoruz.
Erkeğin refleksi hep aynı şekilde devam ediyor ve ben erkek refleksinden yola çıktığımda Rosa’ya ulaşıyorum. Daha çok yolum var…
“İktidarının sallandığını gören erkek şiddet uyguluyor”
Erkek şiddetinin ilk hedefindeki kişiler de kadınlar…
Ben bu meselelere şöyle bakıyorum. Bence, bu meselenin en temelinde var olan şey, aslında kadının özgürlük mücadelesine attığı adımlar.
Öldürülen kadınlar özgürlük mücadelesi vermiyor gibi görünebilir, onu demek istemiyorum. Kadınlar güçlendiği için erkekler zeminlerini iktidarlarını kaybettiklerini bildiklerini için böyle saldırgan oluyorlar.
Kadın eskiden dayak yiyordu evde oturuyordu, artık “boşanacağım” diyor, “kuma istemiyorum” diyor. Kadınlar ciddi anlamda eşit birey olma mücadelesi veriyor. İşte erkekleri tam da rahatsız eden bu durum.
Kadınlar başkaldırıyor, kabullenmiyor, itaat etmiyor. Elbette bunun karşılığı öldürülmek değil. Erkek egemen sistem sarsıldığı için oluyor bu şiddet. Şiddetin en temelinde bu var. Erkek, egemenlik alanını bırakmak istemiyor. Mesela, artık erkek şunu anlamıyor kadının boşanmak istemesini anlayamıyor.
Hele hele bu kadar şiddetin yoğun olduğu, her gün kadınların öldürüldüğü bir ülkede, kadınlar bunu demeye devam ediyor. Bu eril sistemin sarsılmaya başladığının açık göstergesi işte bu. Her şeye rağmen bunu yapıyor kadın. Eskiden öldürülüyordu ama bunu kimse görmüyordu, şimdi hem öldürüldüğü görünür oluyor hem de buna karşı mücadelesi. Eşit birey olmak canı pahasına mücadele içinde kadın.
“Kadınların mücadelesi muazzam”
Kadın dayanışmasını nasıl buluyorsunuz?
Yeteri kadar birbirimizin elinden tutamadığımız kesin. Buna da izin vermiyorlar. Elbette biz bu izni de beklemeyiz, bu da zaman dilimi içinde gerçekleştirebileceğimiz bir durum.
Bak, 25 Kasım bu nedenle çok anlamlı. Hiç sokağa çıkmayan, eylemlere katılmayan kadınlar bile o gün sokakta oluyor. İşte tam da bu durum patriyarkayı sonuna kadar savunan erkeği rahatsız ediyor.
Benim yapabildiğim mücadeleden çok çok daha kıymetli o kadının sokağa çıkması. Çünkü o en zorlu koşullarına rağmen, ekonomik sorunlar, sosyal hayat sorunları vs her türlü soruna rağmen sokağı tercih ediyor. Bundan daha muazzam bir şey olabilir mi? İşte tüm korkunun kaynağı bu ve korkunun sonucu da şiddet.
Kadının özgürlük mücadelesinde tek tek bireyler her zaman önemli ama en büyük güç bunu direniş alanına büyük bir harekete çevirmemiz. Bunun için de bir arada olmamız lazım aynı fikirlerde de olmasa eril zihniyete karşı bütün kadınların yan yana olması gerekiyor.
Erki şiddet gösterdikçe ödüllendiren bir sistem var sanki...
Evet evet. İkinci mesele de bu. Şiddet olgusunun şöyle bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Burada sosyalist kimliğim devreye giriyor; şiddetin biçiminin ölüm şeklinde olması emekçi, işçi kesiminde daha yoğun sanki. Çünkü orada sıkıştırılmış bir erkeklik. Yoksulluk var ve şiddeti eve yansıyor, öldürdüğünde de devlet “Ben sana indirim veririm paşam yeter ki sen değişim, dönüşüm isteme, asgari ücretle çalış ama sinirini de git karından çıkar” diyor.
Yine erkeklik ideolojisi bunu üretiyor. Erkeğe sen sıkışınca git kadını öldür ben seni alkışlarım diyor. Mahkeme kararları da öyle sonuçta.
Son olarak ne söylemek istersiniz?
Erkek şiddetinin nedenlerini rasyonel olarak biliriz elbette ama her geçen gün ona karşı artan bir öfkemiz var. En üst makamın kadınlara bakış açısı ortadayken sanmasınlar ki kadınların öfkesi günden güne söner, şiddet sarmalı unutulur. Sanmasınlar biz buna alıştık, alışmayacağız. Biz güçleniyoruz.
O nedenle de bulunduğumuz her alanda, otobüste giderken, çalışırken, sokakta alış veriş yaparken erkek şiddetini anlatmalıyız. Kadınların susmadığını görüyorlar, paniğe kapılıyorlar.
Kadınlar, ayakları yere sağlam bastığı düşünülen erkekliğin ve ataerkinin ayaklarını sarsıyor.
Jülide Kural hakkında Tiyatro ve sinema oyuncusu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ve İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümlerini bitirdi. Sanatçı, bir süre Almanya'da yaşadı. ülide Kural, 1997-2000 yılları arasında Almanya'da Berlin kentinde yaşadıktan sonra Türkiye'ye döndü ve AST, Dostlar Tiyatrosu, Kent Oyuncuları ve Tiyatro Stüdyosu'nda oyunculuk yaptı. 1993-1997 yılları arasında yönetmenleri Osman Sınav, Tunca Yönder, Orhan Oğuz, Kartal Tibet, Feyzi Tuna olan ve senaristleri Yavuz Turgul, Sulhi Dölek, Nilgün Önes olan "Süper Baba" adlı dizide; başrollerde Şevket Altuğ, Sümer Tilmaç, Jülide Kural, Şevval Sam, Sevinç Erbulak ve Bennu Yıldırımlar oynadı. Yer aldığı projeler Çınar Ağacı – 2010, Son Celat- 2008, Sessiz Ölüm-2002, Camdan Kalp-1990, Yaban Gülü, Bütün Çocuklarım – 2004, Kurşun Kalem – 2000, Saygılar Bizden – 1993, Süper Baba – 1993, Yalnızlar – 1991, Çalıkuşu – 1986 Ödülleri En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu 1991 |
(EMK)