Erzurum Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğrencisi.
Türkiye'nin heykellere ve anıtlara ilişkin politikasını Atatürk heykelleri üzerinden aktaran Aylin Tekiner, "2000'lerde, heykel piyasasında yeni bir şey yapmak hissi doğdu ve bütçeler biraz daha arttı. Beşiktaş'ta yapılan gökdelen gibi, paslanmaz çelikten yapılan anıt denemesi, hakikaten üzerine çok konuşulacak bir heykel. Yeni bir deneme olarak ortaya koydukları estetik, aslında Nazi estetiği" diyor.
Geçtiğimiz günlerde ülkenin siyasi gündeminde Gezi direnişi ile başka bir anlam kazanan Taksim Meydanı'nda düzenleme çalışmaları başladı. Türkiye'de meydanların merkezinde hep görmeye alışkın olduğumuz merkezi nesne Atatürk heykelleridir.Taksim Meydanı'ndaki Cumhuriyet Anıtı, her 1 Mayıs'ta göstericiler ve son yıllarda güvenlik güçleri için "fethedilmesi" gereken nokta haline geldi. Bu bağlamda, 2010 senesinde İletişim Yayınları tarafından yayımlanan "Atatürk Heykelleri" kitabının yazarı Aylin Tekiner ile, Taksim Cumhuriyet Anıtı ve Türkiye'deki dünden bugüne devletin Atatürk heykelleri politikasını konuştuk.
"Taksim'deki anıt ilk günden beni protestonun simgesi"
Taksim Meydanı'ndaki heykelin önemi nedir? Heykel bize ne diyor?
1928 yılında yapılan Taksim Cumhuriyet Anıtı, döneminin ilk anıtlarındandır ve o zamana kadar yapılmış en büyük grup heykel projesidir. Anıtın üzerinde önemli birçok simge var. Kitapta da uzunca anlatıyorum aslında. M. Kemal'in hem sivil hem de askeri kıyafetle temsil edildiği ender anıtlardan biridir. Anıtın bir cephesinde Cumhuriyet'in ilanı diğer cephesinde de savaş anı temsil edilir. Cumhuriyet kadınının kimlik inşasına baktığımızda anıtta buna uygun bir temsilsen söz edemeyiz. Anıtın her iki cephesinde de peçeli kadınlar ve modern Türk kadınını görece simgeleyen kadın temsilleri görürüz. Buradan da anlıyoruz ki aslında kamusal alanda heykel temsili zaten zor bir şey, toplum için yeni bir şey ve kadın temsilinde biraz daha temkinli davranılmış.
Cumhuriyetin batılaşma modeli açısından da anıt önemli simgeler içerir. Mesela, anıtın batı ve doğu cephesinin en üstünde birer kadın rölyefi[1] vardır. Doğudaki yüz peçeli ve mutsuz bir kadındır ve Osmanlı’yı simgeler. Batı cephesindeki kadın ise peçesinden sıyrılmış ve yukarıya aydınlığa bakan mutlu bir kadındır. Taksim Atatürk Anıtı'nı biraz daha derinlemesine inceleyip, basın okumalarına baktığımızda şunu da görürüz. Daha ilk yapıldığı günlerden itibaren protestonun simge nesnesi olmuştur bu anıt. Yani gençlik yürüyüşü yapılacaksa oradan başlanmıştır, bisikletle Anadolu'yu gezeceğini iddia eden bir bisikletçi Taksim Cumhuriyet Anıtı'ndan startını vermiştir. Ve elbette biliyoruz ki 1977 1 Mayısı’ndan bugüne Taksim anıtı önemli bir mücadele alanına dönüşmüştür.
Meydan kültürü olmayan ülke
Taksim Atatürk Anıtı'nın Gezi için önemi nedir?
Gezi sürecine kadarki dönemde anıtın turistik bir durak olduğunu söylemeliyiz. Meydan kültürü olmayan bir ülkede her ne kadar trafiğe sıkışmış da olsa Taksim anıtı insanların etrafında dolaşabildiği, bakabildiği ve fotoğraf çektirebildiği bir yerdir. Anıt, Cumhuriyetin ilk döneminden bu zamana baktığınızda bir çok kartpostalda ve aile fotoğrafında da yerini almıştır. Sadece Atatürk heykeli olmanın ötesinde bir meydan fikrini vermesi açısından değerlidir.
Gezi sürecinde heykelin üzerine bayraklar ve bez afişler asıldı. İlk defa benim gördüğüm kadarıyla doğrudan ve uzun süreli bir müdahaleydi bu. Çünkü Türkiye'de anıtlar özellikle 28 Şubat süreci öncesinde hedef olmuştur. Benzin döküp yakma, üzerine boya dökme gibi bir takım bireysel girişimleri hatırlarsınız. Bunların cezai müeyyideleri ağır olmakla birlikte yapılmıştır ama bu kez bir direniş ortamında Gezi ruhuyla anıta başka türde bir müdahale yapılmıştır. Aslında anıt her ne kadar devleti temsil eden bir kült nesne olsa da anıtın üzerinin flamalarla kaplandığı o fotoğraf Gezi ruhunun yansıdığı bir fotoğraf. Bunu bir taraftan da Gezi'nin gücünü gösterme yeri olarak algılıyorum. Bu aslında bizim alt bilincimizde yerleşik erk ve anıt ilişkisini de çağrıştırıyor. Orada AKM binasını ve anıtı Gezi'nin simgeleriyle beraber, bütün bayrakları, bannerlarıyla[2] gördüğümde bunun bende bıraktığı his 'biz buradayız' oldu.
Gezi Parkı'nın düzenlenme hikayesinde anıta dokunulmaması çok anlaşılır. Yerini değiştirme türünden söylentileri bir dönem duyduk. Ama bu onlar için çok büyük bir risk olabilirdi. Bir de o meydanı tanımlayan modernite, siyasi iktidarın çatıştığı bir sürü şeyle bir taraftan da bir estetiği var ediyor. Meydana yeni bir anıt daha yapma fikri doğarsa ilerde bu nasıl tartışılır bunu bilemeyiz.
Mekanla heykel ilişkisi
Taksim Meydan'ında düzenleme çalışmaları başladı. Düzenleme sonrasında heykelin, anıtın anlamını kaybetmesi söz konusu olur mu? Yada, bir meydan düzenlemesi yapıldığı zaman neden anıta dokunulmaz?
Bir kere Atatürk heykelini kaldırma fikri yenisini koymayacaksanız büyük bir sorundur. Bunun kimi örnekte gizli şekilde yaşandığını da biliyoruz. Kitaba çalışırken Afyon Emirdağ'daki kaldırılan anıtta böyle bir şeyle karşılaştım. Hakikaten kamusal alanda durması mümkün olmayan, alçı olması nedeniyle kırılıp dökülmüş bir heykelle ilgili ne yapacaklarını bilemiyorlar ve sonrasında trajikomik bir şey yaşanıyor. Karar veriyorlar, diyorlar ki biz bunu gizli bir şekilde kaldıralım ve gömelim.
Bunlar Türkiye'de yaşandı. Bunun altında 1950'de çıkan Atatürk'ü Koruma Kanunu’nun etkisi var. Çünkü Atatürk temsiline yapılacak her türlü müdahale kanuna muhalefet anlamına gelecektir. Tabii her darbe sürecinde, Atatürk imgesinin köpürtülerek yeniden üretilmesi ve egemen ideolojinin her seferinde yeni bir tanımla Atatürkçüğü ortaya koyuşuyla beraber bu imgenin zamanla daha da sertleştiğini görüyoruz. 28 Şubat bunun çok önemli örneklerinden biriydi. 28 Şubat'ta ilk defa anıtla bürokrasi arasındaki gerilimi gördük biz. Mesela, çelenk koymayı reddetmek gibi ya da bir Atatürk heykeli yaptırmak isteyen bir alay komutanının bir belediyle başkanıyla çatışması gibi. Bunları izledik. Bu gerilim kamusal alandaki Atatürk heykeli yelpazesini farklı bir aks üzerinde daha inşa eti. Kendilerini Atatürkçü olarak tanımlama gereği duyan, ihaleleri öyle alacağını düşünen kişi ve kuruluşlar için Atatürk heykelleri böylece bir tür temsil nesnesine dönüştü.
Önceden devletin yaptırdığı ya da belli kampanyalar aracılığıyla, mesela Taksim Cumhuriyet Anıtı bir gazetenin öncülüğünde halktan toplanan parayla yapılmıştır, yaptırılan anıtlardı bunlar. Her ne kadar bunun lansmanı bir halk kampanyası olarak işlense de elbette devlet vardı. 28 Şubat'a baktığınızda ise o sürece kadar devlet anıt yaptırma işini ve denetimini tek başına elinde tutarken bu 28 Şubat’la beraber başka özneler çıkmaya başladı anıt yaptıran. Toplumla anıt arasında da yeni bir konuşma belirdi. Ve o zamandan itibaren protesto geleneğinde müdahaleler biraz daha sertleşti.
Bir heykelin, yeniden yapılması ve meydanın düzenlenmesi fikri ancak yenisi konulacaksa mümkün olabilir. Eskisini, daha önemsiz görünen bir yuvaya/komşu ilçeye yerleştirmek koşuluyla yeniden düzenlemeye gidilebilir. Ne yazık ki mekanla heykel ilişkisini doğru tartışan ve tanımlayan bir sanatçı vizyonuna da sahip değiliz. Birçok sanatçı, bir mekanı dönüştürme vizyonuna sahip değil. Bir de çoğu heykeltıraş Atatürk heykelini hayatın idame edilmesi için zorunlu bir para kazanma alanı olarak görür. Dolayısıyla heykeltıraşın o işe atfettiği değerle yaptıranın atfettiği değer arasında aslında çok geniş bir makas aralığı yok. Yaptıran da aslında oraya sadece bir Atatürk heykeli koymak istiyor. O mekanı bir meydan yapmak, toplumun estetik doyumunu bir meydanla ve heykelle sağlamak adına zaten bir duygusu ve bilgisi yok. Bir de ulus devlet sürecinin ardından şu dönemde baktığımızda bu türden bir anıt fikri zaten 1920'lerde kalmış bir şey. Biz hala bunu sürdürüyoruz.
Aylin Tekiner kimdir?Sanatçı ve aktivist Aylin Tekiner 1978 yılında Nevşehir'de doğdu. 1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun oldu. 2003 yılında aynı bölümde yüksek lisansını, 2008 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimin Kültürel Temelleri Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Doktora tezinden yola çıkarak hazırladığı “Atatürk Heykelleri Kült, Estetik, Siyaset” adlı kitap 2010 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı. Yurtiçi ve yurtdışında karma ve kişisel sergilere katıldı. 2013 yılında Long Island Üniversitesi (Brooklyn-New York) Medya İletişim Tasarım Bölümü’nde Aktivizm, Sanat ve Yeni Medya dersi verdi. Bugün Yale, School of Drama’da post-doktora çalışmasını sürdürüyor. Tekiner, faili meçhul cinayetlerde yakınlarını kaybeden 28 ailenin kurduğu Toplumsal Bellek Platformu üyesidir. |
"Anıtlar yoğunlukla Güneydoğu'da ve Doğu'da"
1980 öncesi ve sonrası yapılan Atatürk heykelleri politikasının, belirgin farklılıkları neler?
1980 öncesinde bir takım kampanyalar var. Örneğin, 27 Mayıs’ın ardından Milliyet Gazetesi'nin yaptığı bir kampanya var, anıtı olmayan doğu illerine anıt yapmaya yönelik bir kampanyadır bu. Oradaki anıtlara baktığımızda Atatürk temsillerinde yer yer sivilleşme görüyoruz. Sonrasında yine askeri kıyafetli temsiller görüyoruz. 1970lerdeki sol-Kemalizm’le beraber gelişen Kemalizm tanımında birkaç Cumhuriyet Halk Partili belediye, bir takım sivil olmasa bile Kuvay-i Milliye Dönemine atıfta bulunan mücadeleci Mustafa Kemal imgesini öne çıkaran heykeller yaptırdı. Fakat o da cılız birkaç örnekle sınırlı. Ama 80 döneminde en önemli ayrım 12 Eylül Atatürkçülüğü. İmge, o döneme kadar getirilmiş, olabilecek en faşist damarından yakalanmıştır. Bunun dayatmasını da cunta yönetimi her yere Atatürk anıtı koyarak yapar. Burada her yerin anlamı fason[3] üretimdir. Bir tane heykel modeliniz vardır, araştırmam sırasında bulduğum 200 üzerinde üretilmiş bir model var, o heykel ucuza ürettirildi ve her yere kondu. Bir diğer ayrıştırıcı unsur kaidelerde kullanılan vecizelerdir. 'Türk öğün çalış güven', 'Ne mutlu Türk'üm diyene' vecizeleri yoğun ve yaygın biçimde kullanıldı. Her bir anıt açılışında da Kenan Evren bizatihi bulundu. Oradaki bastonu ve fötr şapkasıyla takındığı haller, ataya sahip çıkacak tek kişi olarak kendini kodlayarak güç gösterisi gibi adeta kendini göstermiştir. Azımsanmayacak bir öykünmeden de söz etmek mümkün. Anıtları da yoğunlukla olarak Güneydoğu'da ve Doğu'da görürüz. Tunceli'ye dair kitapta örnekler var. Bir anda aynı heykel fabrikasından 10-15 heykel gider Tunceli’ye. Bunlar kamyona yüklenir, aynı günde dağıtılır, kimisinin açılışına Kenan Evren kimisine de alay komutanları katılır. 12 Eylül'ü ayrıştıran unsurlar fazla üretim, hızlı dağıtım ve dil. Bu kadar fazla anıt yaptığınızda ceberut bakışlı devleti anıtlar üzerinden de göstermiş olursunuz. Devlete ben buradayım dedirten bir demirbaş nesnedir anıt. Benzeyip benzemediği, etrafının bir heykel uygun olup olmadığı tartışılmaz. Bir mülki idarenin önüne, bir parka ya da bir refüje koyulan anıt topluma her daim devleti gösterir.
"Toplumla iç içe Atatürk heykeli istiyoruz"
2000'lerden sonra yapılan anıtlara ilişkin kitabınızda bir absürtlükten bahsediyorsunuz. Bu absürtlük ne anlama geliyor? Niye absürtleşti?
2000'lerde, heykel piyasasında yeni bir şey yapmak hissi doğdu ve bütçeler biraz daha arttı. Daha büyük, mühendislik gerektirecek projelere yöneldiler. Beşiktaş'ta yapılan gökdelen gibi, paslanmaz çelikten yapılan anıt denemesi, hakikaten üzerine çok konuşulacak bir heykel. Yeni bir deneme olarak ortaya koydukları estetik aslında Nazi estetiği. Paslanmaz çelik çok ender kullanıldığı için orada yeni bir şey olarak sunuldu. Gökdelen fikri İstanbul için hiç ihtiyacımız olmayan bir fikirken bu bir de anıta taşındı.
Mesela 1998 sürecinden 2000'e giderken şöyle bir trajikomik hikaye daha var: Sincan'daki Atatürk heykeli. Eşraf ve oranın sivil toplum örgütleri, 28 Şubat'taki Kudüs gecesinin ardından, Sincan'a dair yaratılan imajı silmek için bir girişimde bulunurlar. Ve derler ki, 'Biz burada halkı kucaklayan, toplumla iç içe bir Atatürk heykeli istiyoruz.' Bunun üzerine bir proje yapılır. Bu projede, Mustafa Kemal, ona lale uzatmaya çalışan bir kız çocuğunu kucaklamak için kollarını açmıştır ve güler ona. Ne yazık ki bu çok grotesk[4] bir heykeldir. Bunun ardından yapılan tartışma, heykelin grotestkliğinden öte M. Kemal'in gülüp, gülemeyeceğine üzerine yoğunlaşır. Bu tartışma da aslında bizim ideolojik alt segmentlerimizde, bizim hastalıklarımızı açığa vurur. 2000'lerin absürtlüğünden kastım hem bu projelerin ortaya atılışı ve başarısızlıkla sonuçlanması ve bunun denetlenemez şekilde bir mülki idare, belediye ya da bir özel kuruluşun estetik beğenisiyle belirlenmesi ve bunun topluma dayatılması. Bu absürtlüğü buradan da tanımlayabiliriz, biçimsel olarak da tanımlayabiliriz. Değişen çok bir şey yok aslında. Bu da yeni bir çalışma alanı benim için. Heykel yaptırmakla mükellef olduğunu düşünen erk, bugün artık karpuz, kavun, İnegöl köftesi, Afyon sucuğu yaptırıyor. Bu onların elini başka türlü rahatlattı. Görevi devraldıklarında şehre bir şey koymaları lazım gelir. Kentsel aidiyet nesnesi olarak şehri tanımlayan bir nesne/ucube koyarak oradan sıyrılıyorlar. Yani ucuz, kalitesiz bir estetiği yeniden pişirip sundular. Beceremedikleri son derece başarısız oldukları figüratif heykel alanından bu sefer çok sorgulanamaz başka bir alana geçtiler. Oradan kitsch[5] bir estetik yarattılar ve bugün bu tüm saçmalığıyla sürüyor.
"Atatürk heykeli eskisi kadar yapılmıyor"
Peki, AKP'nin, anıt ve heykel politikası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) toplumda, siyaset arenasında bir resmi ideoloji tartışmasını körükledi. Bu tartışılırken, Atatürk heykeli eskisi kadar yapılmaz oldu. Ama yapılmıyor anlamına gelmiyor tabii bu. Mesela, Sultanbeyli'de 28 Şubat döneminde karşı çıktıkları, askeri kıyafetli Atatürk'ün yerine, kendileri sivil kıyafetli bir Atatürk heykeli koydular. Altına da şunu yazdılar: 'Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.' Dolayısıyla onların da ezberleri yer yer değişmekle beraber pratikleri çok değişmedi. Çünkü biz aynı mayadan beslenen ne yapacağını çok bilmeyen, yapacağı şeyi ancak birkaç yoldan çözebilen bir topumuz. Daha fazlasını bilmiyoruz. Bu sanat arenası için de geçerli ama Atatürk anıtlarında bir azalma olduğunu söyleyebiliriz.
"Devletin sopası mahallelide"
Muğla’da bir yurttaşa zorla Atatürk büstü öptürüldü. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
En başta anlattığım protesto geleneğinin aslında bir pratiği bu. Biz bunu biliyoruz. Yakın bir zamanda sanıyorum bir adam Atatürk anıtın üzerine çıkarak terörü lanetlemek adı altına terörü Atatürk’e şikayet etti ve anıttan zor bela indirildi. Orada kendini ifade etmeye çalışıyor. Çünkü devlete şikayet ediyor durumu. Anıtı, devlet olarak tanımlama sebebim bu zaten. Orası medyatik bir şikayet mecrası. Bunun başka bir örneğini ne yazık ki travmatik başka bir olayda daha gördük. Bir adam ‘terörist’ ilan edilerek mahalleli tarafından dövüldü ve sonra adama Atatürk büstü öptürüldü. Cezalandırma yöntemi olarak yanı başındaki komşusu, mahalleli eşraf bir anda düşman kesilecek bilgiyi altta saklıyor. Toplum olarak samimiyetsizliğimiz üzerinde çok düşünülmesi gereken bir şey. Akla kara gibi keskin hatlarda gezen bir toplumuz. Bizim mantığımız devreye giremiyor bir türlü. Duygularımız çok çabuk körüklenip, çok çabuk düşmanlık besleyebiliyoruz. Nefret söylemimiz hemen tezgahlara çıkıyor. Bu örnekte de beni en çok yakan şey şu oldu: Devletin sopası mahallelide...
Irkçı faşist zihniyetle büyümüş olan mahalleli komşusunu cezalandırma yöntemi olarak şiddeti yeterli görmüyor. Bu şiddetin bir de devlet şiddeti hali var. Devletin sopasıyla dövüyorsun. Devletin demirbaş nesnesine götürüp, onu aşağılamak için büstü öptürüyorsun. Bu gerçekten benim kanımı donduran bir şey. Kabulü mümkün olmamakla beraber tedavisi nasıl mümkün olurun cevabını bulamadığım da bir şey. Uzun bir zaman lazım iyileşmemiz, yeniden duygumuzu, bilgimizi ortaya koyabilmemiz için. Çünkü bu adamlar aidiyetlerini bir din üzerinden, milliyet üzerinden kuruyorlar. İkisi de faşizmin sürekli çemberinde dolaşan ve şiddete meyilli olan çok can yakıcı, yıpratıcı yerler. Bu özür diletme ya da öptürme 28 Şubat'ta da oldu. O da başka bir şiddetti, bunu bu toplum biliyor. Nereden, nasıl cezalandıracağını biliyor ve yetmiyor. Orada o adamın fotoğrafını çekmeleri benim hakikaten boğazıma yumru olarak oturdu. Canımı çok yaktı bunu görmek. Buna herkesin isyan etmesi gerekiyor, bu ağır bir travma bence. Keşke olmasaydı. Keşke üzerine düşünülse de, o adam o travmayı yaşamasaydı. O adamın çocukları bunu görmeseydi. Çünkü o halk, hakaretin en ağırını uzun uzun yaşamış bir halk ve buna devam ediliyor. (UŞ/HK)
[1] Kabartma veya diğer adıyla rölyef, yüzey üzerine yapılan yükseltme ya da çökertmeler.
[2] Reklam ve tanıtım amaçlı hazırlanan, Web siteleri ile gazetelerde başlık ya da alt kısmında yer alabilecek ölçülerde ya da afiş olarak, tasarlanmış kurumsal iletişim öğesi
[3] Gerçek üretici firmadan anlaşma üzerine toplu ürün sipariş ederek, ürünlere gerçek üretici adını değil de sipariş veren firmanın adının yazdırılması.
[4] Varlıkların absürt (sıra dışı) özelliklerle yeniden tasviri ile dünyaya ait olmayan bir olgu haline getirilme sanatı.
[5] Var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak.