Bazı tarihler takvim yaprağında salt birer tarih olarak yer almazlar; bazı tarihler sevinç bazıları da elem barındırır, bazı tarihler dönüm noktası haline gelirken, bazı tarihler de bir kırılma noktası haline gelir. 6 Eylül de Türkiye’de yaşayan azınlık mensupları özellikle de Rumlar için azımsanamayacak bir miktarda elem barındırıyor.
Saatli Maarif Takviminde 6 Eylül'de hangi söz yer alır bilemem ama bu tarihi yaşayanlar dile gelince söyledikleri sözler pek iç açıcı olmuyor haliyle.
6 Eylül birçok insanın eksildiği bir tarih oldu, 150 bin Rum bu ülkeden geride hakikatlerini, hayatlarını bırakarak göç etti. Göçmemeyi seçen birçok azınlık mensubu için de yeniden başlamak hiç kolay olmadı, gidenler de kalanlar da hakikatlerini yeniden kurmaya başladılar. O tarih birçoklarına hayatlarının yerini tüketilmesi gereken bir ömür bıraktı.
Yol sorulan eski yaralar
Geçtiğimiz sene Keti Hanım ve Vahram Bey’in ağzından dinlemiştim 6–7 Eylül’de çocuk kalplerinin neler yaşadıklarını. Keti hanım 52 senedir yaram kabuk bağlamadı diyerek ifade etmişti ne kadar canının acıdığını. Küçük İskender bir şiirinde “İçim yol sorar, içim endam sorar çok eski yaralardan...” der, işte ben de geçmişte türlü türlü acıların mağduru olan insanların hikayelerini dinlerken onların ne denli o eski yaralara yol sorduklarını daha iyi idrak ediyorum. Aynen Keti hanımda, Vahram Bey’de olduğu gibi.
Bu sene de en yakınımda bulunan insanlardan bir tanesi olan annem Janet’ten dinledim o tarihte neler yaşadıklarını. Annem o sırada henüz yedi yaşındaymış, fakat o günü net bir şekilde hatırlayabiliyor.
Giyilemeyen siyah rugan ayakkabılar..
“O günü Yalova’daki yazlığımıza gitmek için yola çıkacaktık, anneannen Arusyak, teyzem Ovsanna, erkek kardeşim Karlo beni, ablamı ve babamı Yalova’da bekliyorlardı, ben de Yalova'ya gitmeyi heyecanla bekliyordum. Fakat nasip olmadı, sanırım da o zaman çocuk kalbimin en üzüldüğü şey Yalova’ya gidememekten öte o günü daha hiç giyilmemiş siyah rugan ayakkabılarımı giyememiş olmaktı”.
Siyah rugan ayakkabının hikayesini soruyorum anneme..Yalova’ya gidecekleri hafta dedemle çarşıya çıkmışlar, dedem kızlarıyla vakit geçirmeyi çok seven, onlara güzel kıyafetler de almaktan oldukça zevk alan bir babaymış. Annem bir çocuk mağazasının vitrininde gördüğü siyah rugan ayakkabıları çok beğenmiş, dedem de anneme bu ayakkabıları almış.
Annem bir türlü kıyamamış ayakkabılarını kutudan çıkarıp giymeye, kendisine Yalova’ya gideceği günü ayakkabının ilk giyileceği tarih olarak belirlemiş. Nitekim yolculuktan bir gece evvel ayakkabıları kutudan çıkarmış, hazır etmiş. Heyecanla uykuya dalmış. Ertesi gün bir heves giymiş kıyafetlerini fakat yolculuğa çıkmaya yakın dedemin suratında nahoş bir ifade belirmiş. Dedem çocukların da anlayabileceği bir dilde bazı olumsuz gelişmeler sebebiyle tatillerini birkaç gün ertelemek durumunda olduklarını söylemiş..Ardından Bakırköy’de oturdukları evden çıkarak birçok akrabalarının bulunduğu Samatya’ya doğru yol almışlar.
Bakırköy-Samatya hattı...
"Samatya’ya girince çok ürktük, orası sanki sokaklarında oynadığımız semt değil de bir savaş alanıydı. Birçok yerden kara dumanlar çıkıyordu, babaannemlerin evine gittik, o mahallede yerlerde beyaz eşyalar, sandalyeler, masalar, porselen yemek takımları vardı. Ortalıkta çok fazla insan yoktu, babaannemlerin evine gidince onları evde bulamadık. Neyse ki karşı komşuları bizim geldiğimizi duymuşlardı. Bizi eve aldılar babaannemleri de onlar saklamışlar. Camdan baktığımda manzaranın ne denli vahim olduğunu daha iyi anladım. Yerlerde haçlar, İsa, Meryem Ana bibloları da vardı."
Bu meyanda Yalova’da bulunan anneannemler telaş içindelermiş, İstanbul’da olan bitenleri haber alıp dedemlere de ulaşamayınca bir hayli paniklemişler haliyle. Hava kararınca bir yolunu bulup Bakırköy’e geri dönmüşler. Karşı komşuları, dedemin de kadim dostu tiyatro sanatçısı Üstün Asutay dedemleri telaşla bekliyormuş, onları görünce yüreğine su serpilmiş. Bakırköy’de durum diğer semtlerdeki kadar vahim değilmiş zaten.
Üstün Asutay dedemleri kendi evine almış, Türk bayrağını da balkondan asmış. Akşam içeriye bazı insanlar gelmiş, burada "Rum, Ermeni yok" diyerek onları evden yollamış. Anneannemler telefonla Üstün Beylere ulaşmış dedemlerin iyi olduklarını öğrenince de yüreğine su serpilmiş. Ama dedem çok burkulmuş bu olaydan sonra, birçok dostunun dükkânı, evi talan edilmiş. Özellikle kumaş dükkanına sahip birçok Rum, Ermeni dostunun haline çok üzülmüş, bir kısmının da göçmesi dedemi de oldukça yaralamış.
Bu 6 Eylül, tililili...
Fakat bu sene 6 Eylül her içinde önemli bir miktarda da umut barındırıyor. Bu akşam Ermenistan-Türkiye bir maç vesilesiyle buluşuyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül muhalefetin tüm olumsuz çıkışlarına rağmen o beklenen adımı atıyor. Adım her iki taraf için de umut oluyor. Belki de 6 Eylül 2008 sayesinde geçmişte kaybettiğimiz kelimeleri, kurulamamış diyalogları gelecekte bulacağız.
Nokta koyduğumuzu sandığımız hakikatten noktayı silip onun yerine bir virgül koyacağız, hikayemizi devam ettireceğiz bir şekilde, kim bilir? Önce zihinlerimizin sınır kapısını açıp, ardından fiziki kapının ardına kadar açıldığına tanıklık edeceğiz. Bugün hep beraber bunları umut etmek lüks olmasın. Ancak her iki tarafında kabuğunu genişletmesiyle yaralar kabuk bağlayabilir. Her iki tarafın kabuklarını genişletmesini en çok da ömürlerden hayat eksik olmasın diye umut edelim.
Sevgili Rakel Dink “Biz iki nedenle çekeriz ‘tililili’yi, biri sevincimizde, diğeri ağıtımızda.” demişti, işte belki de en çok bu 6 Eylül’de çekmeliyiz tililili’yi , hem ağıt, hem de sevinç niyetine... (NK/NZ)