Soney 26 yaşındaydı, (26 yaşındaki genç bir kadın için di'li geçmiş zamanlı cümleler kurmanın zorluğunu yazarken fark ediyor insan) Zekeriya ise 29 (aynı zorluk).
Soney ile Zekeriya birbirlerini sevdiler, beraber bir hikâye yazmak için yola çıktılar. Hikâyeleri aşkın dünyasında buluşmakla başlayıp merhametsizliğin tetiğiyle sona erdi. Nokta konuldu daha yolun yarısını bile görememiş iki canın hayatına.
Soney Hristiyandı, Ermeniydi ve Müslüman, Türk olan Zekeriya'yı sevmişti. Karşı çıkmıştı aileler, özellikle Soney'inki. Soney gizlemektense dürüstçe ailesine söylemişti gönlünün bir Müslüman'a vardığını. Muhtemelen "bize uymaz", "unut onu", "aklını başına topla, imkânsız" gibisinden yüzlerce cümleye, psikolojik şiddete ve baskıya maruz kalmıştı Soney.
Bu cümlelerin hiç biri karşılığını bulamamıştı Soney'in yüreğinde, çünkü orada konuşulan dil, kelimeler, cümleler farklıydı. Kuvvetle muhtemel ki bu "kesinlikle olmaz", "bizim kitabımızda yazmaz" hatırlatmalarını, neden aşkı uğruna bu denli mücadele etmek gerektiğini bir türlü anlamlandıramıyordu Soney.
Tüm bu baskıların, mücadelenin ardından evlenmeye karar vermiş Soney ve Zekeriya ve evlenivermişler bir çırpıda. Gazetelerde, internette yayınlanan resimlere bakıyorum iki gencin de. Soney'ın üzerinde siyah bir elbise ve siyah bir şal var. Beyaz giymeye bile cesaret edememiş gibi. Belki de ailesi, çevresi ona kendisini "kirli" hissettirmiş, o da o hissi örtmek için siyaha sığınmış kim bilir! Yani o "en mutlu gün" diye bizlere belletilen günde bile bir dem yas var, sanki evlendikten 10 gün sonra başına ne geleceğini bilirmiş gibi.
İkisi de kameraya bakmışlar, tebessüm etmişler ama tam gülememişler. Bir yandan "başardık" deyip bir yandan da "asıl mücadele şimdi başlıyor" demek arasında kalmak gibi yüzlerindeki ifadeler. Diken üstünde olup, temkinli bir saadete imza atar gibi poz vermişler fotoğrafçıya.
Nitekim tedirginlikleri yanıltmaz gençleri, evlendikten 10 gün sonra kızın ağabeyi çıkar meydana. 11 Aralık gecesi vurur, öldürür yeni evli çifti. Hikâyelerini yazamadan kopartır tüm sayfalarını o hayat defterinin. İlk ifadesinde şöyle buyurur abi, "Bize rağmen evlendiler. Dün kendileri ile durumu konuşmak için bir kafede buluştuk. Zekeriya "Bu iş bitti, sen araya girme' derken kız kardeşim de 'Sen karışamazsın' diyerek beni tahrik ettiler. Bunun üzerine kafeden çıktıktan sonra arabanın içerisinde her birine birer kursun sıkarak öldürdüm" demiş.
Ne "tahrik" ama ve ne kadar da "makbul" bir tahrik canlara kıymak için abinin nazarında. Bu din/mezhep/ etnik köken uğruna işlenen binlerce cinayetten biri. Hala öğrenemedik aslolanın "can" olduğunu. Çıplak geldik çıplak gideceğiz, beşik ile tabut, kefen arasındaki zaman dilimini kanla sona erdirmek , hepimiz aynı toprağın altında kemikleşeceksek niye?
Ama işte gelin görün ki 120 tane güvercin besleyen, güvercinleri sevebilen abi öz be öz kardeşinin canını almaya tereddüt etmemiş. Güvercinlere merhamet edebilen bir insan öz kardeşinin güvercin yüreğini kana bunayabilmiş. Ne uğruna?
Ailesi, kardeşi ve bu trajediye sessiz kalanlar bilsin ki tetiğe basılınca ne Hristiyanlık kurtuldu, ne de Ermenilik; ne de o halel geldiğini düşündükleri namus temizlendi! Eksildiler, eksildik, bir Hristiyan ve Ermeni olarak Soney'in öldürülüşü beni ne kadar eksilttiyse, bu topraklarda, özü Samatya'ya dayanan birisi olarak Zekeriya'nın da ölümü beni bir o kadar eksiltti, yüreğimi yaraladı.
Soney mahcubiyetinden nikahında beyaz elbise bile giyememişti, şimdi melekler onu beyazlara bürüdü eminim. Kanın kiri ise baki kalacak ellerde, ne siyahlar örtebilir o kiri ne de beyaz melekler aklayabilir.
Soney Zekeriyaya sarılmış son nefesinde, öylece veda etmişler bu hayattan. Kelimeler manasız kalıyor, tek diyebileceğim, şairin de dediği gibi "aşkınız ölüme büst olsun"....
"Ölüm, aşıklara mahsustur
Ölüm, aşıklarda arar hidayet arzusunu
Ölüm ile aşıklar arasındaki şehirde yalan var,
Aşıklar, ölüme büsttür! *"
Küçük İskender, Mahsus adlı şiiri (NK/EÖ)