Uğur, 13 kurşunla öldürüldüğünde, henüz 12 yaşındaydı. Şimdi yaşasaydı 16 olacaktı, delikanlı diyeceklerdi ona. Okula gidiyor olacaktı, kasım ayının kasvetinden payını alacaktı. Aşkları, sevinçleri, mutsuzlukları, umutsuzlukları, kızgınlıkları, gamsızlıkları olacaktı ama işte evinin önünde babasıyla öldürüleceği aklından geçmeden yaşayacaktı. Yuvarlanıp gidecekti işte her birimiz gibi…
Birkaç hafta önce çocuk hakları dersi için sivil polisler tarafından öldürülen Guatemalalı çocukların davasını okuyordum.
Çocuklar önce hoyratça işkence görüyor ardından öldürülüyor. Okurken canım sıkılıyor ve sayfaları çevirdikçe Uğur’un yüzü beliriyor, öylece bana bakıyor sanki. “Bak ben de öldürüldüm ama neden beni ve babamı vuranlar serbest? Neden adaletten mahrum edildik? Biz öldük ve onlar neden beraat etti?" diye soruyor sanki Uğur.
Sonra birden kasım ayına yaklaştığımızı fark ediyorum, 21 kasım’da da Uğur’un öldürüldüğü hatırıma geliyor.
Uğur’u hatırlatmak için…
Şimdi okuyanlar ve Uğur’u bilmeyenler olabilir. Uğur Kaymaz’dan bahsediyorum, hani Mardin Kızıltepe’de 21 kasım 2004’de, daha henüz beşinci sınıfa giderken, 12 yaşındayken, "örgüt üyesi" olduğu gerekçesiyle babası Ahmet Kaymaz’la beraber 13 kurşunla, polisler tarafından evlerinin önünde öldürülen Uğur’dan.
Uğur’u tanımazdım, onu hiç görmemiştim, aramızda yüzlerce kilometre vardı, ikimiz bambaşka hayatlar sürüyorduk. Şimdi onunla ne kadar yakınsak, o hayattayken bir o kadar uzaktık. Ama ölümünden haberdar olduğum zaman kocaman bir yumru oturmuştu yüreğime ve adını koyamadığım bir yakınlık. Bu yazıyı en çok da onu hatırlatmak ve onun yokluğunu bilmeyenlere bildirmek için yazıyorum.
Bu coğrafyada kimileri için bir Kürdün öldürülmesi mubah olabilir, hatta bir Kürt ölürse bir insan ölmez, ölen başka bir şeydir, zaten “var olmaması” gerekendir. Kimileri için bir Kürdün yaşaması her ne kadar caiz değilse, ölümü de bir o kadar caizdir. O yüzdendir ki bir Kürt çocuğunu ve babasını öldürüverirsen, beraat da edersin. O yüzdendir ki Diyarbakır Cezaevinde Kürtlerin ömürlerinden, aklın idrakinin dışında kalan işkence yöntemleriyle, hayat çalarsan başına bir şeycikler gelmez. O yüzdendir ki Uğur Kaymaz ve babası öldürüldüklerinde, basının büyük kısmı, köşe yazarlarının çoğu sessiz kaldılar, meşru gördüler bir yerde bu ölümü…
Uğur hala üzülüyor..
Uğur babasının kanatları altında bir yerlerden bizleri izliyor, bu coğrafyaya bakıyor. Uğur bir yerlerde büyüyor, büyüdükçe de aslında kendisine meyus bir kader yaşatan bu coğrafyada çok da bir şeyler değişmediğini idrak ediyor. Uğur büyüdükçe hoyratlıkların yaşanmaya devam ettiğini görüyor. Başkalarının da öldürüldüğünü, türlü türlü acıların yaşanmaya devam ettiğini, kendisini öldürenlerin hayatlarına devam ettiğini görüyor.
Katillerin “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazılı Türk bayraklı tablolar önünde kutsandığını, kurbanların defalarca kurbanlaştırıldığını, Engin Ceberin işkenceden öldüğünü, polisin dur ihtarına uymadığı için Baran Tursun’un öldürüldüğünü, eşcinsel olduğu için Ahmet Yıldız’ın öldürüldüğünü ve daha nice hoyratlıkları bir yerlerden izliyor. Uğur bir yerlerde büyüyor ama yine üzülüyor. Sadece Uğur da değil, Rozarin, Mizgin, Hogır (1)… öldürülen tüm diğer çocuklar hala üzülüyorlar, feraha varamıyorlar bir türlü..
Toprak akan kanla beslenmiyor…
Uğur bu coğrafyanın “üvey evladıydı". Bu coğrafyanın üvey evlatlarından olduğu için de kaderine yenik düştü, akşam yemeğinden hemen önce, evlerinin kapısını önünde, ayağında terlikleriyle babasıyla beraber öldürüldü. Yaşından fazla kurşun saplandı bedenine. Kocaman bir günah onun ve babasının ölümü. Günahların bedelini işleyenler mi öder, yoksa o günahın kurbanı olan yaşayanlar mı bilemiyorum. Tek bildiğim ise başkalarının işlediği yeni günahların acısını bu coğrafyada ilerde de yaşayacak olmaktan bir o kadar korkmam. Başka ‘Uğursuzlukların’ da bizlere defalarca yaşatılmasından ürkmem…
Arat Dink’in geçtiğimiz hafta Taraf’ta yayınlanan, Vecdi Gönül’ün merhametsizliğine ders olan o can yakıcı yazısının başlığı “Yokluğum Türk Varlığına Armağan Olsun”du. İşte Uğur da yokluğu Türk varlığına armağan edilen 12 yaşında bir çocuktu. Şimdi o ve babası yok, peki bu topraklar daha mı sağlam? Daha mı verimli? Varlık daha mı zengin?
Hiç de değil ve aksine giderek kuruyoruz. Bu toprak Uğur’un, babasının ve öldürülen daha binlerce insanın yokluğuyla daha metruk. Sezen Aksu’nun Tanrı’nın Gözyaşları adlı şarksısı çınlıyor kulağıma bu satırları sonlandırırken, "Bir büyük gözaltı hayatımız ölü çocuklar coğrafyasında, kayıplar destanı hikayemiz, melekler anaların dilsiz yasında …" diyor Sezen. Sanki özetimizi yapıyor o birkaç dizeyle. Fakat ölü çocuklardan, ölü babalardan akan kanla beslenmiyor topraklar. Akan kanlar sadece hayat yerine ömür bahşediyor geride kalan insanlara, o kocaman ülkeye. Uğur, birileri için yokluğun Türk varlığına armağan oldu mu bilmem ama, benim varlığım için hiç iyi olmadı. Senin, babanın, canına kıyılan onca insanın yokluğu bereketlendirmedi bizi, aksine eksiltti ve hala eksiliyoruz.(NK/EÜ)
* Nayat Karaköse, Essex Üniversitesi yüksek lisans.
(1) "Ona Zarfsız Kuşlar Gönderin, Uğur Kaymaz Kitabı”, Orhan Miroğlu, 2006, Agora Kitaplığı.