Pazar günü Yunan halkı referanduma gidiyor. Avrupa Birliği’nin Yunanistan’ın borçlarının ödenmesine yardımcı olmasına karşılık olarak getirdiği koşullar oylanacak. Referandumda evet diyenler kazanırsa, kemer sıkma politikalarına devam edilecek. Yani kamu harcamaları kısılacak, vergiler artırılacak, bu şekilde bütçenin fazla vermesi ve borçların ödenmesi sağlanacak.
Hayır diyenler kazanırsa, ne olacağı bilinmiyor. Bu sonucun Yunanistan’ın euro bölgesinden çıkmasına hatta Avrupa Birliği üyeliğinin son bulmasına yol açabileceği düşünülüyor. Gerçi Başbakan Çipras halkı hayır demeye çağırırken, bunun euro bölgesinden çıkmak anlamına gelmediğini, yeni koşullarla yeni anlaşma yapmanın yolunun açılacağını söyledi ama yeni bir anlaşmanın gerçekten mümkün olup olmadığı belli değil. Yani Yunanistan büyük bir risk üstlenmek üzere.
Yüzyılın krizi bitmek bilmiyor
Öte yandan Yunanistan böyle bir riski almak zorunda. 2008’de Amerika’da başlayan küresel kriz Avrupa ülkelerini doğrudan etkiledi. Bütün Avrupa ülkeleri ama en çok da ekonomileri görece güçsüz olan Akdeniz ülkeleri Yunanistan, Portekiz, İspanya, İtalya ile kuzeyde İrlanda ve henüz AB ülkesi olmayan İzlanda etkilendi. Zincirin en zayıf halkası olan Yunanistan krizin en çok sarstığı ülke oldu.
Yunanistan 2009 yılından beri krizle boğuşuyor. 2009’dan bu yana uluslararası kuruluşların bildik kriz atlatma politikalarını uyguluyor. Kamu harcamalarını kısmak –hepsini değil, öncelikle sosyal amaçlı harcamaları-, vergileri artırmak –hepsini değil öncelikle tüketim vergilerini-, bütçe dengesini sağlamak, zinhar enflasyona yol açmamak, sosyal hakları geliştirmemek –mümkünse biraz da kırpmak-, sermaye hareketlerine müdahale etmemek gibi politikalar.
Beş yılı aşkın süre uygulanan bu politikaların soruna çözüm getirmediği hatta daha da derinleştirdiği iyice ortaya çıktı. Bu politikalar, tam tersine, ekonominin büyümesine olanak vermediği için sorunu daha da büyüten politikalar. Nitekim Yunanistan ekonomisi 2012 yılında yüzde 7, 2013’te yüzde 4 küçüldü, 2014’te yüzde yarım büyüyebildi. 2013 yılında milli gelir 2007’deki milli gelirden yüzde 26 kadar daha küçülmüştü. Oysa kriz öncesinden yılda ortalama yüzde 4 hızında büyüyen bir ekonomi söz konusuydu. Ekonomi küçüldükçe borçların ekonomideki ağırlığı daha da artıyor ve tamamen ödenmesi neredeyse imkansız hale geliyor. Ülke, harcamalarını ne kadar kısarsa kıssın, borç yükü sürekli artıyor.
Burada krizin başladığı 2008 yılından bu yana Avrupa’nın ısrarla aynı politikaları sürdürdüğünü görüyoruz. Neoliberal politikalar yüzünden ortaya çıkan kriz yine neoliberal politikalar uygulanarak atlatılmaya çalışılıyor. Altı yedi yıl az bir süre değil. Bu sürede mevcut politikaların yetersiz kaldığı görülmeliydi. Şimdi, Avrupa’nın en zayıf ekonomisi iflas halinde ve hala aynı politikalarda ısrar ediliyor.
Sorunun Avrupa’nın genelinde geçerli olduğunu göz ardı edince, Yunanistan’a özgü gerekçeler bulmak gerekiyor. Tabii ilk akla gelen tembel, eğlence düşkünü, sorumsuz, beleşçi Yunanlar klişesi. Ne de olsa kuzeyliler Akdeniz’e gittikleri her yaz tatilinde, vur patlasın çal oynasın insanlar görüyorlar, içlerinde “bunlar hep böyle, biz çalışıyoruz, bunlar eğleniyor” zehabına kapılanlar oluyordur. Yine de bütün bir toplumu bu şekilde tahayyül etmenin vasatın altında bir zeka gerektirdiği açık.
Bir yandan da, Yunanistan’ın istatistik hileleri ile AB’yi aldattığını, bu yüzden kriz çıkana kadar duruma uyanamadıklarını söylüyorlar. Yunanistan’ın istatistikleri çok düzgün olmayabilir. Yer yer kasıtlı olarak rakamlar çarpıtılmış da olabilir. Fakat temel dengelerin bu kadar bozulduğunun gözden kaçırılması olacak iş değil. Avrupa Birliği istatistiklerin önemini bilen ve sıkı sıkı kontrol eden bir kurum. Türkiye’nin AB’ye tam üye olmak için görevlerinin 35 fasıl halinde toplandığını ve bunlardan ilk olarak istatistik konusunun ele alındığını hatırlamak yeterli. Türkiye her şeyden önce istatistik faslını açtı ve gerekli standartları tutturarak kapattı. AB’nin bu özeni Yunanistan için göstermediğine inanmak pek kolay değil.
AB asıl kötü günde lazım
Asıl sorun Avrupa Birliği’nin yapısında. Kısaca özetlemek gerekirse; AB’nin kuruluşunda ve bugünlere kadar işleyişinde hep iki hedef gözetildi. Bunlardan biri, üretim güçlerinin hızlı gelişimi karşısında ulus devlet sınırlarının çok yetersiz kalması ve daha büyük pazarlara, ekonomik birliklere ihtiyaç duyulmasıdır. Öbürü de, Avrupa’da bir siyasal birlik sağlayarak, bitmek tükenmez savaşlara son vermektir.
AB sürecinde çeşitli ülkeler, partiler, çıkar grupları bu amaçlardan kah birine kah ötekine öncelik verdiler. Siyasal birliğe önem verenler ilişkileri derinleştirmekten yana, pazarı genişletmeye bakanlar, yeni üyelerle genişlemekten yana tavır aldılar. Bu iki eğilim son olarak Avrupa Birliği anayasası hazırlanması sürecinde karşı karşıya geldi. Avrupa Birliği’nin bir anayasası olmasını savunanlar, kıtada federatif bir siyasal yapı kurulmasını öngörüyorlardı. Anayasa teklifi reddedildi. 2007 yılında imzalanan Lizbon Anlaşması siyasal bütünleşmenin çok uzağında kalan, AB’yi esas olarak bir ekonomik birlik olarak gören bir anlaşmaydı.
AB daha önce, 1998 yılında Avrupa Merkez Bankasını kurmuş ve 2002 yılında ortak para birimi euro tedavüle çıkmıştı. Derinleşmeci politikalarla ekonomik ve mali bütünlüğü de sağlamak mümkün olabilirdi fakat yapılmadı. Aslında bu durum 2008 krizine kadar fazla sorun da yaratmadı. İşlerin iyi gittiği, piyasaların genişlediği yıllardı.
2008 yılında siyasal birliğe gidilmemesinin vahim sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Krizle birlikte AB ülkeleri arasında dayanışma değil rekabetin öne çıktığı görüldü. O zamana kadar bütün ülkelerde faiz oranları üç aşağı beş yukarı aynıydı. Faiz oranları hızla farklılaştı, bu bütçe açıklarına yansıdı, borçluluklar arttı. Özellikle ekonomileri görece zayıf olan Akdeniz ülkeleri, sermaye çekebilmek için faizleri artırdılar, borçları iyice büyüdü. Örneğin Yunanistan’da, 2008 yılına kadar bütçe açığı milli gelirin yüzde 3’ünü aşmıyordu, sonra yüzde 15’ine kadar çıktı.
Vergi konusunda da benzer bir rekabet yaşandı. Her ülke, sermaye çekmek amacıyla vergi oranlarını düşürdü. Şirketlerden alınan vergileri düşürmek için tüketim vergileri artırıldı ama bu da yeterli olmayınca borçlanmaya ağırlık verildi. Eğer kişi başına milli geliriniz yüksekse tüketim vergilerini artırma olanağınız vardır, fakat kişi başına gelir düşükse bunu kolay kolay yapamazsınız, çok uysal bir halkınız olması gerekir. Geriye kalan tek yol daha çok borçlanmaktır.
Aslında borç veren ülkeler de işlerin iyi gittiği dönemlerde pek nazlanmıyorlardı. Söz gelimi Almanya Yunanistan’a ne kadar borç verirse Yunan pazarı o kadar büyüyor, Alman firmaları o kadar kazanıyordu. O yıllarda borç alan ülkelerin borçları geri ödeme gücü pek de merak edilmedi. Yunanistan’ın borçlanması herkes için iyiydi. Sonra kötü günler geldi.
Avrupa Birliği insanlık tarihinde ilk kez yaşanan, çok özgün bir deney. Bu deneyden çok şey öğrendik. Son öğrendiklerimiz de şunlar; Siyasal birlik sağlamadan ekonomik birlik kurmaya kalkarsanız, vergileri düşürmek yoluyla rekabet eden ülkeler, en zayıfından başlamak üzere, batar; Mali politikaları bütünleştirmeden ortak paraya geçerseniz, aşırı borçlanmaya mahkum edilen ülkeler, en zayıfından başlamak üzere, batar.
Yunanistan Avrupa’nın en zayıf ekonomisi. Yunan hükümetlerinin şimdiye kadar çok büyük hatalar yaptıkları belli. Bu hatalardan biri de Avrupa sermayesinin kendi savunduğu kavramlara kolaylıkla ihanet edebileceğini fark etmemek olmalı.
Syriza öncü olacak mı?
Şimdi Yunanistan referanduma gidiyor. Hayır oyları kazanırsa, büyük ihtimalle Euro bölgesinden çıkacak, drahmi –ya da başka bir adla- kendine bir ulusal para yaratacak. Ulusal para Yunanistan’ın sorunlarını çözmez fakat acil ihtiyaçlarını karşılar. Yunanistan’ın güncel sorunu ulusal parasının olmaması. Ulusal parası olunca, -ekonomik sorun yaşayan öteki ülkeler gibi- enflasyon yaratarak kısa dönemde ekonomiyi canlandıracak bir ivme sağlar, borçlarını reel olarak küçültür, devalüasyon yaparak ihracatını arıtır vs. Bunun da ağır bir bedeli olur tabii ama iflas etmeyen, batmayan fakat ciddi sorunlarla boğuşan, sıradan bir ülke gibi olur.
Yalnız, eğer referandumdan hayır kararı çıkarsa, terk edilen sadece euro olmayacak. Başının çaresine bakmaya çalışan Yunanistan neoliberal politikaları da terk etmek zorunda kalacak. Bu da yeni bir deneyim olacak. Vaktiyle sosyalizme geçiş sorunları üzerine çalışmalar yapılırdı, daha sonra, Sovyetler yıkılınca, sosyalizmden kapitalizme geçiş sorunları üzerine çalışmalar yapıldı. Şimdi de, neoliberal politikalardan –korumacı, Keynezyen, refah toplumu ne derseniz deyin- başka bir yaklaşıma geçişin nasıl olacağını veya olamayacağını göreceğiz.
Bu kolay bir karar değil. Türkiye’de “yedi düvel” lafı pek sevilir. Yunanistan neoliberal politikaları terk ederse yedi düvele (şimdilerde G7 tabir olunuyor) karşı çıkmış olacak. Bunun bir bedeli var. Syriza bu yüzden, bu önemli kararı halkın vermesini istiyor. Syriza yöneticileri hayalci, romantik falan değiller, temkinliler, devrim hayalleri kurmuyorlar, Yunanistan’ın gücünü abartmıyorlar.
Yaşananlar Yunanistan’ın, Türkiye’de sanıldığı gibi, Avrupa’nın şımarık çocuğu olmadığını gösterdi. Yunan halkı kararlı, ilkeli bir halk. Türkiye’de Kenan Evren askeri törenle saygılı bir şekilde defnedilirken, Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın bütün üyelerinin hapishanede ölmesi, bunu gösteren bir örnek. Şimdi bir karar aşamasındalar. Kararlarına, ne olursa olsun saygı göstermek ve destek olmak gerekiyor. (BD/HK)