Nilüfer Zengin (NZ) bianet'te "Hastanede Ölünün Yeri Morg, Ölmenin Yeri Neresi?" başlıklı bir yazı yazdı (20 Nisan). NZ'nin yazısı aylardır elimin gitmediği kalemi naif bir teşvikle avucumun içine yerleştirdi.
"Bu yazıda çok kişisel, çok kamusal, çok politik, çok mahrem, çok acı, bila istisna kaçınılmaz bir konudan söz edeceğim" diyerek başlayan yazı, modernitenin işgörmezlik raporu olarak "hasta" fikrinin afallatıcı etkisini bir süre icin gözlerimin üzerinden üfledi.
Başlığından da anlaşılabileceği üzere söz konusu yazı esas olarak, "Klinikler ölü bir vücudu morga kaldırmayı iyi biliyorlar ancak ölüm fikriyle ne yapacaklarını hiç bilmiyorlar" figanını sarpa saran bulutların arasından konuşuyordu.
Bu benim adıyla sanıyla "doktorlar hastalığı belki biliyorlar ama 'hasta'yı bilmedikleri kesin" feryadımın mekânsal düzeydeki ifadesi gibiydi ya da "hastanelerin yanında hastalık ne ki" dediğim abus çehreli alayımın... (2)
NZ'nin cümleleri sanki okunan değil, dinlenilen cümlelerdi benim için. Karşıma geçip konuştu, okuduklarım bu sesin ağırlığını işaretleyen simgelerdi daha çok.
Can'ım doktor
Benim necaset düzlemine derinden temasım ise, birkaç ay evvel hastaneye yatma telaşının yoğunlaşması ile başladı. İşgal edilmişlik hissini ilkin, hastalığımın ciddiyetini beni bir hasta olarak hizmetine kabul buyurmuş edasında gürleyen bir doktorun, benimle asgari iletişim sınırları içerisinde konuşmaya başlamasıyla anlamış olduğumda yaşadım.
Vaziyetin niteliği, karşılaştıklarım arasında hiç değilse idare edilebilir sınırlarda irtibat kuran doktorların bile hastaları ile "geç bakalım vb" şekillerde bir konuşma kipini tercih etmesinden anneme dert yanarken, annemin -başka bir biçimde değil- "Kızım, daha kötüsü de olabilirdi" diyerek beni avutmaya çalışması ile anlaşılabilir.
NZ durumu "hastaların oto tamiri ustasının çırağı muamelesi görmesi" olarak özetlemiş, bense "okuma-yazma öğretilen çocuk" edasının daha spesifik bir açıklama olabileceğini düşünüyorum.
Klinikte "danışma" gibi bir yer olmadığından, hastaların danışma çabaları Türkiye tarihinin o bilindik lâfzî levhası "Burası danışma değil" ile püskürtülüyordu.
NZ ölümcül hastalar ve onların yakınlarıyla bir iletişim birimi olmamasına olan öfkesini şöyle anlatıyor: "Hastalığın sağlıklı olmamak sağlığını kaybetmek, dolayısıyla çürüğe" çıkmak demek olduğu bir modern dünyada bile olsak, geri dönülemeyecek kadar hasar almış gemilerin kapalı tersanelerde gururlarının korunması gibi, ölecek olanların da şaşkınlığı dört duvar arasında oyalanamaz mı?"
Diğer yandan Türkiye'de hastaların, doktorlardan yanıt alma mücadelesinin 'bulanık' tarihinin toz duman ettiği ortalığın da etkisiyle (Övünmek istemem ama benim de "Doktordan Yanıt Alabilmiş Hasta" unvanına birkaç kez sahip olmuşluğum vardır), bir önkabul olarak doktorlara, hemşirelere soru sormakta zorlanan ya da şirretliği göze alıp cengâver kesilmek zorunda kalan bu insanların hazırola geçirilmiş soru-cevap ile sınırlı iletişim titrekliğinin sorumlusunun "suistimal eden Türk Halkı" olduğu şeklinde bir açıklama ile kestirip atmayacağınızı yürekten diliyorum.(3)
Hastanelerle seviyeli bir ilişki sınırını çoktan aşmış biri olarak, doktorların hasta yükünün de bizzat tanığıyım. Fakat açıkçası hastanelerle, doktorlarla ilgili eleştirilerde mütemadiyen getirilen bu kanıtı da vicdansızca buluyorum.
Ben misal doğum kontrol hapı yerine oral kontraseptif denilmesinden, aynı zaman diliminin yanıtlamak değil azarlamak olarak seçilmesinden bahsediyorum. Dahası doktorluğa, sağladığı statü ve kültürel çevre imkânından bağımsız bir biçimde mecbur kalınan bir meslek muamelesi yapılmasını da anlamıyorum.
Doktorluğun adeta apayrı bir altkültür olarak kendi içine dönük işleyişine yönelik önemli tartışmalar sanıyorum derdimi daha iyi anlatacak..
Bir yandan hasta bakıcılık sisteminin görünmez asli yürütücüsü olarak "işletilen" ve buna karşın azarlanma korkusuyla refakat ettikleri kişiye yapılan müdahalenin ne olduğunu bir türlü soramayarak günler geçiren refakatçilere, öbür yandan"hastanın nöbetçisi" muamelesi yapılmasını da mevcut kupkuru tedavi anlayışının uzantısı olarak görüyorum.
Oysa refakatçi, "yatır-kaldır" komutlarını gerçekleştiren teknik destekçinin çok ötesinde; hastanın hastalığın buzdan mimarisiyle donatılmış hastanenin ilaç kokusundan, hastalık ayinlerinden uzaklaştığı, hastalık öncesi gündelik yaşamıyla bağ kurduğu, henüz tanıştığı oda arkadaşıyla yaptığı sohbetlerden farklı olarak mazisi olan muhabbetlerini gerçekleştirebildiği kişi; özetle, hastaneye katlanabilmesini sağlayandır.
Süreci estetize etmeye çalışmıyorum, sezebildiğim kadarıyla tedavi sürecinin de bir "hayati dengesi" olduğunu paylaşmak istiyorum.
Üstelik erkek refakatçi meselesi ayrı dert! Erkeklerin "hasta olarak var olduğu" bir odada kadın refakatçinin kalması sorun yaratmıyorken, kadınların olduğu bir odada -diğer hasta ve refakatçinin rızası alınsa da (4) erkek refakatçiye 'mahremiyet' gerekçesiyle müsaade verilmediği bir klinikte kaldım.
Mevzuyu anladık değil mi? Erkek "hasta" ise sorun yok, bakım emeği veriyorsa sorun var.
Bu konudaki muhtemel marazaların -kadınlar nasılsa bakım emeğini esirgemez zihniyeti ile- yasakçı bir yöntemle önlenmeye çalışılması da manidar.
Bize ısrarla "hastanenin kuralı böyle" ezberi bir açıklama olarak sunuldu. Hastanenin yasalarla korunmuş bir hükme uymayan bir karar alamayacağını çeşitli örneklerle açıklama çabamıza karşın, talebimizin yetkili kişiye ulaştırılması konusundaki ısrarımız "sorun çıkarttığımız" imaları nedeniyle 'askıya alınmak' durumunda kaldı.
Diğer hastanın mahreminin korunmasını hedefleyen bu yasağın, sınırsız ve tanımsız ve daha da önemlisi "ahlakçı" bir mahrem anlayışından beslendiği ortada.(5)
Kadınların utançlarını önemsiyorum, önerim bu hassasiyetlerin görülmemesi değil ama odalardaki ara perde kullanılmayacak ise niye var? "Türk toplumunun gelenek ve kültürü"ne mi aykırı? "Mahrem" denilince suların durmasını, benim talebimin duyulmaya bile değer bulunmamasını anlayamıyorum.
Param yok ceketimi al/Amman doktor bak bebeğe (6)
NZ "Bir özel hastanenin para öğütücü çarklarına dahil olacak gücümüz yoktu... Babamın başka birçok hasta gibi, değil ayakta duracak, oturacak bile hali yoktu" cümlesiyle (7) hastalığın başından sonuna kovaladığı, lalüebkem bıraktığı cebelleşmenin adını veriyordu: Sağlık sistemimiz tüm yoksullara bir kez daha hayırlı olsun.
Kamu Hastaneleri Birlikleri Yasa Tasarısı'nı gördünüz değil mi? Ambulansta bana "Babam bütün bir ömür hamallık yaptı, şimdi de hastanede. Yük hiç inmedi sırtından" diyen kadının bile organlarını hesaplıyorlardır şimdi.
Susan Sontag hastalık meselesini metaforlar üzerinden ele aldığı kitabına şu cümle ile başlar: "Hastalık, hayatın gece karanlığıdır; daha sıkıntılı süren bir yurttaşlıktır." Açığa alınmış bir yurttaşlığın, kapitalizmin işgöremezlik raporudur. Ölüm de bir hastalık olarak konuşulalı beri, insanlar hasta olmaktan, ölümden olduğundan daha çok korkuyor. Kapitalizmin nezdinde işe yaramazlık, işinin bitmesinden daha büyük bir ceza. Yoksa bir insanı tam 41 yıl hangi amaç tutabilir ki hastanede? (8)
Hastane süresi boyunca bir kez olsun(mübalağa yok) kendimi tedaviye dahil hissetmeyişim, daha doğrusu bunun aklıma bile gelmemiş olması -üstelik de "beden" konusunda çalışmış biri olarak- en önemli sorularımdan biri olmaya devam edecek. Bedenimin benim olduğunu, acıların tarafından hatırladım. Hastalık hastanelerin yanında nedir ki!...
Param yok ceketimi al
Amman (GE/BB)
1) Hamza Başyurt'un aynı isimli türküsünden... Yollara "hasta" denmesine, anonim türkülerde pek rastlanmazdı diye tahmin ediyorum.
2) Ey ihsan, vicdan, sorumluluk sahibi doktorların, yazı boyunca "doktorlar" ifadesiyle yetinmemi, emekleri görmezden gelmek gibi bir kasıt ya da üşengeçlikten uzak, "bazı erkeklerin egemenliği" gibi bir tamlamanın abesliği üzerinden düşüneceğini umudediyorum.
3)Bu konudaki temel iddialarımdan birini "sistemin kötü işlemesinin insanları hilebaz yaptığıdır. Bu yüzden hastane serüveninde doktorlarla ilgili sorunları aşmak kadar, hastalararası çalımları ustalıkla ve bazen utanmazlıkla becermek de gerekir. Çünkü; sistem berbat işliyor.
4) Nitekim geçenlerde İstanbul Üniversitesi Hastanesi FTR biriminde görevli birine malzememin elverdiği tatlılıkla zaten gereksiz ve aynı zamanda kotu işleyen bir uygulama ile ilgili olarak "Bazı hastalar listeye artı konulacağını bilmediğinden sıralarını kaçırıyor, listeyi yaparken başına bununla ilgili bir notun eklenmesi sizlerin de hastaların da işini kolaylaştırır" söylediğimde görevli "siz karışmayın. Doktorlar gerektiğinde çıkar açıklama yaparlar" dedi.
5) Bir hemşire konuyu anlama çabamızı gayet sakin bir biçimde "hastanenin kuralları böyle, başkası olsa size bu kadar açıklama yapmaz" diyerek karşıladı.
6) Başhemşirenin kalorifer üzerindeki iç çamaşırıma "çamaşırınızı 'sergilemeyin' şeklindeki tepkisini de herhalde buradan okumak gerek.
7) Aşık Mahsuni'nin "Acı Doktor" isimli türküsünden
8) Doktorun acil tahliller, emar çekimleri istemesi fakat hastaneden haftalar, hatta aylar sonraya gün verilmesi (dolayısıyla özelde yaptırmak zorunda kalmak) gibi saçmalıklar da benim ilavem olsun.