Cemal Süreya’nın 99 Yüz kitabındaki insan antolojisine yaklaşabilmenin bir denemesidir bu, ne kadar başarılı olurum emin değilim. Doğan Hızlan’ın ‘yergide ve övgüde aynı ustalığı gösterdiği edebi dengeyi kurabilmiş’ dediği çizginin yanından geçebilirsem ne mutlu bana.
Çıktığım yolun ne kadar zorlu geçeceğinin farkındayım. O zorluk daha çok insanları kırmadan, üzmeden az da olsa farklı bir pencereden gösterme çabası benimki.
Fazlalıklarını törpüleyen adam
Hani, Bobbie Carlyle’nin kendini oyan heykeli var ya, adam elindeki çekiç ve keskiyle fazlalıklarını attıkça, kendini oydukça kendini yaratıyor, kendini buluyor işte Zeki Demirkubuz da tam olarak bunu yapıyor sinema dünyasında, her filminde biraz daha kendindeki fazlalıkları atıyor.
Bazen filmlerinden daha fazla konuşuyor, bazen filmlerinin önünde gidiyor ve bazen de filmlerinde istediği derinliği yakalayamadığını filmin söylemesine fırsat vermeden sabırsız davranıyor. Aslında çoğunlukla kafasındaki senaryoyu, atmosferi, evreni filmlerine yansıtamadığından dert yanar. Bırakmaz ki seyirci onun adına konuşsun. Seyirciyi sever ama dümdüz mevzuya gireni daha çok sever. Bir film karesindeki, artık klasikleşmiş kapı rengi, şekli, ya da oyuncunun saçındaki uyumsuzluğu hakkında derin analizler yapmaya kalkan seyirciyi, eleştirmeni ‘boşuna kasmayın, bir anlamı yok, ya da tamamen dikkatsizlik kardeşim’ diyerek ağzının payını verir ya da diğer bir manayla rahatlatır.
Sokağı sever, sokak insanıdır
Halkın arasına karışmayı sever, elit bir yaşam en az bir burjuva kadar iticidir. Sinema dili sadedir, sokak jargonunu iyi bilir. Yormaz seyircisini, varoluş sancısını da iç ızdıraplarını da seyirciden alır seyirciye yansıttır. Hesabı kitabı yoktur film yaparken, sektör için ya da eleştirmenler beğensin diye veya festival için film yapmaz; içinden ne geliyorsa onu yapar, kimseye bağımlılığı yoktur Dostoyevski hariç tabi. Sakin görünür ama kızdığında ağzına geleni esirgemez.
Hayat filmini izledikten sonra eyvah! dedim, bu film nasıl Oscar adayı olur. Aslında bence Demirkubuz da bunu biliyordu. Hollywood’un kriterlerini bildiğinden biliyordur. Orası başka bir yer, ne Cannes ne de Viyana; orada küfür etmeyi bileceksin. Demirkubuz küfür etmeyi bilmiyor mu, biliyor, ama onların istediği başka bir küfür; içinde inkâr ve soysuzluk barındırmalı. Hayat kusurludur sanatsa kusursuz.
Yuvarlak konuşmayı sevmez, nettir
Demirkubuz’u nedense hep Nuri Bilge Ceylan’la yan yana anmak isterler, bunu sektör mü istiyor yoksa dedikoduyu ve bir ‘like’ daha almayı sevenler mi yoksa ikisi de aynı mı bilmiyorum.
Oysa Demirkubuz-Ceylan sinema evreni çok farklı, Demirkubuz düzdür, pürüzlüdür, ağdasızdır. Bunu sadece oyuncu repliklerinde değil, dekorun, sahnenin mizanpajında da görmek mümkün. Demirkubuz şehirli değil taşralıdır; taşranın saf, temiz ve hesapsız haleti ruhuyesine haizdir. Şehirli olması gerektiğinde underground yönü ağır basar. İçgüdü antenleriyle yönünü tayin eder. Yeraltı’nı Beşiktaş’ı sevdiği kadar sever. Taraf tutmaktan gocunmaz ve bunu saklama gereği duymaz. Tarafı da rengi de bellidir. Bu özelliği yuvarlak konuşmasını engeller; nettir.
"Nuri Bilge Ceylan bu yazının konusu olmadığından sadece şunu belirtmekte sakınca olmaz, Ahlat Ağacı’nda yeteneksiz bir oyuncu vardı, Doğu Demirkol. Ceylan, Demirkol'u sinema sektörüne dâhil ettiği için belki bir gün özeleştirisini verir."
Demirkubuz, devletin ceberrut yüzüyle daha önce karşılaştığından eşkıyanın ana rahminin devlet olduğunu bilir. Devletin hiçbir şekline güzellemede bulunmaz. Aslında o devletleşmiş kötülüğün peşindedir; nasıl açığa çıkarıp deşifre etmenin sancısını yaşar. İyiliğin devletleşmiş hali olmayacağına göre insanın ışıklı yönüne de odaklanır, kötülüğün yanına koyar, yargılamaz. Seyircinin önüne koyar, kararına saygı duyar.
Daha önce Selahattin Demirtaş, Kadir İnanır, Füsun Demirel, Nur Sürer ve birkaç güzel insanın bendeki biyografisini yazdım ama itiraf etmeliyim ki yazarken çekindiğim tek biyografi Zeki Demirkubuz olmuştur; her an canıma okuyacakmış gibi geliyor.
Hollywood’a giden tramvaydan erken inenlerden.
(HB/HA)