Cemal Süreya’nın 99 Yüz kitabındaki insan antolojisine yaklaşabilmenin bir denemesidir bu, ne kadar başarılı olurum emin değilim. Doğan Hızlan’ın ‘yergide ve övgüde aynı ustalığı gösterdiği edebi dengeyi kurabilmiş’ dediği çizginin yanından geçebilirsem ne mutlu bana. Çıktığım yolun ne kadar zorlu geçeceğinin farkındayım. O zorluk daha çok insanları kırmadan, üzmeden az da olsa farklı bir pencereden gösterme çabası benimki.
İnsanların yaşarken ne kadar sevildiğini ya da sevilmediğini bilmesi, durduğu yeri tartmasına vesile olabilir. Özellikle güzel sanatları icra edenlerin öldükten sonraki ‘ünleri’ sanatçıya ne kadar fayda sağlar bilemiyorum. Elbette burada pragmatik bir yaklaşımdan bahsetmiyorum. Sanatçının, yazarın, şairin, ressamın ürettiğinin karşılığını bir şekilde ( alkış, eleştiri, övgü, para ) alması, bilmesi en doğrusudur. Eserinin kullanım değerinin kendisinden sonraki zamanda kıymetlenmesi eserin üretim sürecini ( birikimini, sancısını, sevincini ) sahibinden koparttığı kanaatindeyim. Bu minvalde bu yazı dizisine başlarken üç beş kelam edeceksem; yereceksem de öveceksem de sanatçının bunu dünya gözüyle görmesi ve duyması dileğiyle başladım.
Doğduğu yer: Yeşilçam
“Doğduğu Yerde Doymayanlar” müzik kaseti sanıyorum 1990 yılıydı çıktığında, ilk dinlediğimde biraz sarsılmıştım. Beni, bizi anlatıyordu, doğduğum yeri. Doğduğum yeri derken Dersim’in az ötesindendi ama ses rengi çok tanıdıktı, aynı kaygılarla ve aynı titreklikle sesleniyordu. Allah'ın bile unuttuğu doğunun en ücra köşesini, hiç öyle sesimi, diksiyonumu düzelteyim kaygısına düşmeden içinden geldiği gibi yakarıyordu. Doğduğum yerin kelimeleriyle, yanık ve ağdasız sesiyle. İçten, bağrından haykırıyordu. Güzeldi, güzelliği 90'lı yılların kaset furyasına inat bir işti. Eline mikrofonu alan Unkapanı'na koşuyordu. İMÇ Blokları o dönem o kadar çığırtkan sesten yıkılmadıysa deprem testine gerek yoktur. Çocuk emeğinin istismar edildiği yıllardı da aynı zamanda. Çocuk ‘sanatçıları’ boyayıp sürüyorlardı piyasaya. Piyasa diyorum çünkü piyasa raconun döndüğü yerdi. Piyasa aklıyla her şey ambalajlanıyor üzerine de iki janjanlı etiket yapıştırılarak sürüyorlardı dolaşıma. Kasetlerde ağlayan mı demezsin, şiir okuyan mı demezsin, ötekinin şivesini ötekinin şivesiyle aşağılayan mı demezsin, her şeyin bir karşılığı vardı; paraya çevriliyordu anında. İlyas Salman’ın kaseti bu kirliliğin, sömürün olduğu bir dönemde ayrık otu gibiydi; farklıydı, özgündü.
İlyas Salman sinemada da bu özgünlüğünü her daim korudu. Aslında sinemadaki bu halini müzik kasetine taşıdı demek daha doğru olur. Beyaz perdedeki saf karakter tipi üzerine o kadar yapıştı ki çıkarıp atamadı. Bu rollerin aranan oyuncusu oldu. Bundan da çok ekmek yedi. Emeğinin, bileğinin hakkıyla elbet.
Kendini inkar etmeyen oyuncu
İlyas Salman'ın en güzel hali sanıyorum kendini saklamaması. Neyse odur, ne düşünüyorsa söyler. Alevi olduğunu hiçbir zaman gizleme ihtiyacı duymadı. Nereden geldiğini ve hangi şartlarda büyüdüğünü de. Irkçılardan dayak yerken, ‘durun aslında ben de Türküm’ demesi Kürt sanılmasına bir tür itirazdır. Kürt olmak zordur bu topraklarda, her daim dayak yemek zorunda kalır. Dışarıda azarlanan içeride Kürt döverek rüştünü ispat etme yoluna gider, bu bir tür Türk ritüelidir. İçeride Kürt olmak zordur da ama İlyas Salman zoru zaten başarmıştır, doğduğu, yetiştiği yer itibarıyla. Dahil olduğu Yeşilçam camiasında, alttan alta ne kadar Türkleşirsen o kadar uzun yolculuğun olur diyen yönetmenler yön verir sektöre. Ermeni ve Rum oyuncular çokça saklamak zorunda kalırlar hangi camiaya/millete ait olduklarını. Çemberin içinde kalmanın ilk kuralıdır neredeyse.
Bu kültür ikliminde büyüyen İlyas Salman’ın savrulacağı yer elbette ki en fazla Türk solu denilen cenahtır. Kendisini komünist olarak lanse eden bir partinin kapısından içeri girdikten sonra solda durduğu yanılsamasını yaşar. Çevresinin ve belli bir kısım basının ‘Devrimci’ yakıştırmaları hoşuna gider. Oysa bu sıfatın bir tür ‘sus payı’ olduğunu hiç sorgulamaz. Devrimci olmanın verilen, belirlenen ekonomik, sosyal ve siyasal sınırları aşıp yıkarak yerine yenisini inşa etmekten, eşik tanımamaktan geçtiğini bildiğini biliyorum. Sanatını ustalık seviyesine taşıdığına kimsenin bir tek laf edeceğini sanmam. Ama siyasal ve kültürel olgunluğu çok su kaldırır zannımca.
İlyas Salman ya da namı diğer Banker Bilo, çoğularınca o Çiçek Abbas’tır da aynı zamanda. Ne fark eder ki, her türlü namusludur, onurludur ve gururludur tıpkı özel hayatında olduğu gibi. Yeni yetme oyuncular gibi içtiğini saklamaz, flaş patladığında rakı bardaklarını masanın altına gizlemez. İktidarın ekonomik, sosyal ve politik uygulamalarına ‘iş gelmez’ diye ses çıkarmazlık etmez. Ne düşündüğünü eğip bükmeden söyler, eleştirisini esirgemez.
Sanat yaşamında bir leke bile arkasında bırakmayan İlyas Salman, Yeşilçam için bir onurdur.
Yeşilçam’dan kalkan tramvayın Unkapanı durağında kimseye çaktırmadan indikten sonra ‘Oscar durağında’ inecektim diyerek tekrar binen yolcu.
(HB/RT)