Ekonomik krize rağmen kültürel faaliyetlerden ödün vermeyen Yunanistan'ın Selanik kentinde 3-12 Mart tarihleri arasında düzenlenen 19. Belgesel Festivali boyunca hararet belgesellerle yükseldi.
Programdaki 200'ü aşkın yapımı seyretmek üzere sinema seyircisi belgesel filmlerdeki gerçeklere susamışçasına salonları doldurdu, birçok esere önceden bilet ayırmayanlar yer bulamadı.
Tıkır tıkır işleyen organizasyonda düzenleme komitesinin icraatı dışında çoğu üniversiteli gönüllü olarak hizmet verdi, sıcak atmosfer etkinliğe katılanları adeta sarmaladı.
Etkinlikte yer alan LGBTİ konulu beş belgesel, festivalin militan ruhunu kızıştırdı.
Trans itfaiyeci Brooke
Osmanlı döneminde İstanbul tulumbacıları arasında eşcinsel motifler konusunda Reşat Ekrem Koçu'ya danışmak gerekse de, New York İtfaiyesi gibi gayet maço bir müessesede trans birey olmanın zorluklarına tanıklık etmek için Woman on Fire (Yangın Var) adlı belgeseli seyretmek yeterli.
Dedesi ve babası da New York'ta itfaiyecilik yapmış olan Brooke Guinan çocukluğundan itibaren içindeki kadını uzun seneler boyunca bastırmış.
Belirli bir bilinç yaşına ulaştığında ebeveyniyle durumunu paylaşmış, muhafazakâr olduklarından başta çok sarsılsalar da hem annesi hem babası kısa zamanda Brooke'u olduğu gibi kabul etmişler. Fakat hiç yabancısı olmadığı itfaiye çevresine girmeye karar verince erkeksi tavırlara tekrar dönüş yapmış, form tutmuş, sınavlara sıkıca hazırlanmış ve nihayetinde ekibe katılmayı başarmış. Ne de olsa ABD'de itfaiye, “gücün ve yiğitliğin” ön planda olduğu bir müessese olarak “sert erkeklerin” tekelinde sayılıyormuş. Fakat Brooke bununla da yetinmemiş, itfaiyeci olduktan bir süre sonra cinsiyet değiştirme ameliyatı geçirmiş ve New York itfaiyesinde hizmet veren ilk trans olmuş.
Julie Sokolow'un yönettiği belgesel, televizyon estetiğiyle çekilmiş olsa da, konusu itibarıyla dikkat çekiyor; ayrımcılık ve önyargılar konusunda kat edilmesi gereken mesafe hususunda seyirciyi uyarırken kahramanına yakınlık duymamızı da sağlıyor.
Franco diktatörlüğünde eşcinsellik
Günümüzde Avrupa'nın en aktif LGBTİ merkezi sayılan İspanya'da vaziyet eskiden kesinlikle öyle değilmiş. Hitler ve Mussolini'den aşağı kalır yanı olmayıp iki liderle her anlamda sıkı işbirliği yapmış diktatör Francisco Franco ülkeyi 36 sene boyunca gaddarca yönetmiş, eşcinselliği suç sayarak binlerce insanın tutuklanmasına, işkence görmesine, hapislerde tecavüze uğrayıp öldürülmesine sebep olmuş. Kadına biçilen rol, kocasına iyi bir eş olmak ve soyun devamını sağlamak olduğundan lezbiyenler zaten tamamıyla yok sayılmış. İspanya'da tabu haline gelip diktatörlük yıkıldıktan sonra bile konuşulamayan konulardan 2000'i aşkın toplu mezarda kemiklerine ulaşılamamış insanlar arasında ünlü eşcinsel şair Federico García Lorca önemli bir sembol.
Geçmişin hayaletlerini kazımanın gereksiz olduğunu düşünenler de var memlekette, ne de olsa alınan canlar dışında fahiş biçimde el konmuş mal, mülk ve paraların iadesi daima sözkonusu olabilir. Zaten din destekli bir iktidar kurmuş olduğundan Franco'nun gömüldüğü anıt mezar Valle de los Caídos'un (Şehitler Vadisi) içinde bir kilise var ve 1999 yılında Maoistler tarafından bombalanmış olmasına rağmen yerinde sapasağlam duruyor.
Yönetmenliğini Andrea Weiss'ın yaptığı Bones of Contention (Çıbanbaşları) ilk olarak Berlinale'nin Panorama bölümünde görücüye çıkmıştı. 2017 yılı ABD yapımı belgesel çok cilalı bir tarzda çekilmiş olmasa da 75 dakika boyunca seyirciyi etkisi altına alıyor. Lorca'nın eserlerinden alıntılarla İspanya'da faşizmin hâkim olduğu dönemde ezilenlerin duygularına bir kez daha vâkıf oluyoruz, kâbustan uyandıktan sonra bile sistem baskısının devam ettiğini görüyoruz.
Belgeselde ülkenin 1977 yılında düzenlenmiş ilk gey yürüyüşü fotoğraflarla anılıyor; eşcinsellerin başta imajlarına halel getireceğine inanıp haklarında çekincelerini ifade ettikleri trans bireyler tek bir sıra halinde kortejin en önünde yürürlerken polis müdahalede bulunuyor, herkes korkuyla bir taraflara kaçışırken translar güvenlik kuvvetlerini bertaraf ediyor ve etkinlik amacına ulaşıyor.
Dağ köyünde gey olmak
Festival'e İtalya'dan katılıp Vatikan etkisindeki tutucu toplumun bir kesimine ayna tutabilen sürpriz yapım, Vergot (Şey) adını taşıyordu. Genç kadın yönetmen Cecilia Bozza Wolf her ne kadar olayların geçtiği bölge itibarıyla halkta Avusturya etkisinin fazla olduğunu belirtse de, Val d'Aosta şimdilik İtalya toprağı ve Alplerin hâkimiyetindeki küçücük köyde gençler sıkıntıdan ölmekte. Şarap üretiminin geleneksel olarak sürdürüldüğü bölgede sosyalleşme imkânları gayet kısıtlı. Kaba saba davranış biçimleri mütemadiyen alınan alkolün etkisiyle saçma boyutlara ulaşınca adeta kayıp bir nesille karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bu karanlık tabloda şefkat kırıntıları ancak iki erkek kardeş Gim ile Alex arasında fark edilmekte. Birbirleriyle çok iyi anlaştıkları belli fakat eşcinselliğini kabul edip bunu abisiyle paylaşan Gim'in tam da bu sebepten ötürü geri kafalı babasıyla başı dertte. Delikanlılığın verdiği etkiyle isyan bayrağını çekip köyden kente sığınmayı dener, başaramaz, köye geri döner. Abisiyle aralarında geçen konuşma manidardır: "Birbirimize sevgili muamelesi yapmaktan vazgeçmeliyiz…"
Yönetmen Wolf'a, "Bu kadar özel anları çekebildiğine göre kahramanlarınla uzun yıllara dayalı bir arkadaşlığın olmalı" dedim, "Hayır" dedi, "onlarla tanışıp belgeseli çekmeye karar verince ilk dönemde soğukluk bir türlü bertaraf edilemedi, fakat resmî İtalyanca'dan bölgenin şivesine geçince büyük bir rahatlama yaşandı; filmdeki görüntülerin çoğu samimiyetimizin had safhaya ulaştığı, çekimlerin son döneminde gerçekleştirildi". Vergot, kasvetli İtalya taşrasında eşcinsellik üzerine seyrettiğim en çarpıcı belgeseldi.
Tunus'un LGBTİ toplumu
Müslüman dünyasında LGBTİ olmak da pek kolay sayılmaz. Bir zamanlar Femen üyesi olan Amina Sbouï'nin bağlı bulunduğu yayıncı yeni kitabını yazması için ona büyükçe bir ev tahsis etmiştir. Soyunup hakları için mücadele etmiş olması ülkesinde yeterince lanetlenmesine, ayrımcılığa, şiddet görmesine sebep olmuştur. Amina büyükçe olan evinde toplum veya ailesi tarafından dışlanmış gey ve trans arkadaşlarını da misafir etmekte. Ülkede Fransızlar’dan kalma ilkel bir yasa yüzünden eşcinsellik cezalandırılabilen bir suç unsuru olduğu için hepsi kendini tehlikede hissediyor. Oysa bundan otuz sene önce Tunus'u şahsen ziyaret ettiğimde ortalık yerde aldığım, para karşılığı seks tekliflerinin çokluğuna, eşcinselliğin gizlice de olsa topluma açık alanlarda belirli bir rahatlıkla yaşanmasına epey şaşırmıştım.
Kahramanlarımız kimliklerini rahatça yaşayamadığından yurt dışına kapağı atmak için fırsat kollamakta, ara sıra da olsa sokakları arşınladıklarında alaycı, hatta tacizkâr muameleye tabi tutulduklarına da şahit oluyoruz.
Yönetmenliğini Nada Mezni Hafaiedh'in kotardığı 2016 yılı yapımı Upon the Shadow (Gölge'nin Ötesinde) adlı belgesel, eşcinselliği belirli kodlar içinde rahatça yaşayıp resmen kabul etmek gerekince kabadayılaşan riyakâr toplumlara ayna tutuyor.
Suriyeli lezbiyen olmak
Savaştan dolayı yangın yerine dönmüş Suriye'den kaçan Zeinah bir süre İstanbul'da yaşar. Militan bir LGBTİ hakları aktivisti olması bir yana, onur yürüyüşüne katılma imkânı da bulur. Fakat aklında serbest bir hayat sürmeyi hayal ettiği Almanya vardır. Midilli adasına geçerken ahbaplık kurduğu diğer mültecilere eşcinselliğini açıklamamayı tercih eder. Genç erkeklerden müteşekkil sevimli bir grup olsa da lezbiyenliği yüzünden dışlanması, hatta lanetlenmesi mevzubahistir.
Güvenliğini tehlikeye atmamak için uçakla yoluna devam etmeyi dener, sahte kimliği onu ele verir. Tek çaresi, binbir zorluğu dışında özellikle kadınların başına her türlü hadisenin gelebildiği kara yolunu seçmektir. Amacına ulaşır ve Almanya'da yaşadığı yerin parlamentosunda bir süre sonra konuşma yaparak Suriye'de kadın ve bilhassa lezbiyen olmanın ağır yükünü ayrıntısıyla anlatır.
Yönetmenliğini Laurent Laughlin'in yaptığı To Another Life (Başka Bir Hayata) adlı Yunanistan yapımı belgesel LGBTİ mücadelesine hassasiyetle yaklaşan ve her şeye rağmen geleceğe ümitle bakmamızı sağlayan bir dayanışma mesajı. (MT/AS)