Amerikalı yazar Hanne Blank’in, ‘bekâret tabusu’ ve ‘bakirelik kültürü’ üzerine kaleme aldığı “Bekaretin El Değmemiş Tarihi” adlı kitabı Ekim 2008’de İletişim Yayınları’ndan yayımlandı.
Bekaret kavramının, ataerkil toplumsal yapılanma içinde nasıl icat edildiğini uygarlık tarihi boyunca çeşitli sorular eşliğinde irdeleyen Blank, Milliyet Sanat Dergisi’nin Ocak 2009 sayısına verdiği söyleşide “neyle ölçerseniz ölçün aslında bekaret yoktur” diyerek bekaret kavramının “insan icadı bir fikir” olduğunu ifade ediyor.
Bekaretin doğuşunu, antropologların geliştirdikleri teoriye göre açıklayan Blank’e göre; bekaretin tabu haline getirilmesi, “bir çocuğun babasını belirleme aracı olarak” erkek egemen kültürün icadı bir yokluk üzerinden tasarlanır.
Kökleri, Orta Çağ’da, Tanrı-krallara ve onların temsilcileri olan derebeyi efendilerin mülkiyet hakkı olarak gördükleri kadınları denetleme fikrine dayanan bekaret kavramı; zaman içinde bir tabuya dönüştürülerek, soyun devamlılığını sağlayan kadınların cinsel özgürlüklerini kısıtlama aracı olarak kullanılır.
Kadınların cinsel özgürlüklerinin kısıtlanmasına tepki gösterememelerinin nedenini hayatta kalabilmek olarak açıklayan Blank’e göre, bekaret aslında kişisel bir tercih ve modern dünyada bazen de kadınları özgürleştirici bir araçsal işleve sahip.
Çocuk doğurmak ve büyütmek istemeyen kadınların, rahibeler gibi ömür boyu bekareti seçerek, çocuk büyütmenin zorlukları yerine kendi işlerine zaman ayırmayı tercih ettiklerini söylüyor.
Cinsel özgürlük kelimesine başkalarıyla cinsel ilişkiye girmeme hakkını da dahil eden Blank için bu tercih gerçek anlamda cinsel özgürlüğün yaşandığı bir kültüre geçişte önemli bir adım teşkil edecek. Çünkü hemen her kültür de kişinin cinsel yaşama geçip geçmediğini simgesi kabul edilen bekaret, ancak bu biçimde bir tabu olmaktan çıkabilir.
Bu bağlamda, örneğin ‘bekaret kaybı’ fiili de anlamını yitirerek, kaybedilen bir nesneye dönüştürülen kadınlık unsurunun sadece kadınların biyolojik yapısında bir koruyucu olarak var olan ‘görünmez bir zar’ olduğu gerçeği de anlaşılacaktır.
Pamela ya da Erdemin Ödüllendirilmesi ve Clarissa Harlowe
Yine bu anlamda, Hanne Blank’ın, ‘icat edilen bekaret’ kavramının tarihsel köklerine getirdiği eleştirilere iyi bir örnek olarak, on sekizinci yüzyıl İngiliz edebiyatı romancısı Samuel Richardson’ın; “Pamela ya da Erdemin Ödüllendirilmesi” ve “Clarissa Harlowe” adlı romanları örnek gösterilebilir.
Değerli İngiliz edebiyatı uzmanı ve eleştirmen Mina Urgan’ın, “İngiliz Edebiyatı Tarihi” kitabının III. cildinde derinlemesine incelediği bu romanlar; birbiriyle karşıtlık ilişkisi kuracak şekilde, erdem ve masumiyet kelimeleriyle ilişkilendirilen bekaret kavramının, aşk ve evlilik ilişkileri üzerinden nasıl mülkiyet ilişkisinin devamlılığını sağladığını gösteriyor.
Urgan’ın masalımsı bir yanı olduğunu söylediği romanda, kül kedisi Pamela hizmetçilik yapmak üzere gittiği evin beyi Mr. B tarafından sürekli ırzına geçilme tehdidiyle yaşamasına rağmen, ona aşık olduğunu iddia eder ve romanın sonunda Mr.B. ile evlenir.
Romanda, adı açıkça belirtilmek yerine Mr. X şeklinde simgelenen kişi ise, Orta Çağ’dan kalma kadın-mülkiyet-malikane eşittir terakki üçgeninde zorla almak/ çalmak/ gasp etmek istediği ‘sermayeyi’(Pamela’nın bekareti), kendisine yardım eden kahya kadının “Yaşına göre, bu ne beceri, ne ihtiyat ne kurnazlık!” dediği Pamela’dan almak ister.
Bu sermaye, sonunda Pamela’yı ‘tecavüz edilen hizmetçi kız konumuna düşürmek yerine’ evin hanımlığı rütbesine yükseltse de, Mina Urgan’ın da tespit ettiği gibi, “tipik bir küçük burjuva olan Pamela sermayesini” son derece akıllıca değerlendirerek evlenir.
Pamela’nın, kendini ve aslında kadını sermayeleştiren bütün bir patriarkal düzeni idame ettirme adına seçtiği yolu anlattığı edebi tür ise, o dönemde de popüler bir anlatı yöntemi olan, mektup şeklinde yazılan roman türüdür. Richardson’ın, “Pamela” dan altı yıl sonra yazdığı romanı “Clarissa Harlowe” ise bir tecavüz trajedisini anlatarak, dönemin Balzac ve George Sand gibi ünlü yazarları tarafından oldukça başarılı bulunur.
Mülkiyetin İdame Aracı Olarak Bekaret
Ailesi tarafından sevmediği bir adamla evlendirilmemek için Lovelace (Okunuşu, İngilizce’de ‘loveless’, ‘sevgisiz’ kelimesini çağrıştırır.) adlı bir gence güvenen genç Clarissa’nın başına gelenleri anlatan roman, Clarissa’nın tecavüze uğradığı için kederinden ölmesiyle sona erer.
Yazarın, Hıristiyanlığın erdem ve onur kavramlarını kullanarak, genç bir kadının bekaretinin ailesi tarafından mülkiyet aracı olarak görülerek gasp edilmesini önlemesini anlatan romanda; Clarissa’nın tecavüze uğradıktan sonra kendisiyle evlenmek isteyen Lovelace’la evlenmek istememesi, 17. yüzyılın kral-kraliçe-şövalye üçgeninde oluşturulan Sir Artur ve Lady Genevieve hikâyelerine de bir başkaldırıdır.
Muhafazakâr bir Püriten olarak Richardson, platonik aşka inanmadığını söyleyerek; kadınları ve bekareti mülkiyetin esası olan sermaye olarak gören düzene başkaldırır. Dönemin ünlü Britanya partilerinden Tory ve Wig’lerin İngiliz Parlamentosu’ndaki mücadelesi sırasında, bir Tory üyesi olarak mülkiyet ve bekaret temelli bir cinselliğe ve bu yolla oluşan ataerkil geleneğe de karşı çıkar.
Richardson’ın, Hanna Blank’in “neyle ölçerseniz ölçün aslında bekaret yoktur” sözünü kanıtlayan ve aslında bekaretin icat edilmiş bir kavram olarak nasıl tabulaştırıldığını ve yasa aracıyla meşrulaştırıldığını da gösteren romanları; okura sorgulama yolunu açsa da günümüz bağlamında asıl meseleye, Hanne Blank muazzam bir biçimde işaret eder.
“Bir çocuğun babasını belirleme aracı olarak” erkek egemen kültürün icadı, bir yokluk üzerinden tasarlanan bekaret aslında sadece, kadın bedenini belirli bir evrede korumaya yönelik; biyolojik bir işleve sahip, küçücük ve görünmeyen bir zar!
Ondan ötesi ise, sanrılara meyilli erkek zihninin fantazmagorik; patriarkal sistemle sermayeleşen ‘seri bekaret’ düzeni. Yani bir anlamda, “kapitalizm ve seri bekaret üretimi servisi”. Ve artık modern dünyada, seks hatları, trafiği, ve işçiliğiyle birlikte bir telefon kadar yakın, arayın bilgilendirilin.(YK/EÜ)