Times Literary Supplement'in 4 Eylül 2009 tarihli baskısında yer alan Lawrence R. Douglas'ın "Kötüyü Kurtarmak" (s. 5) başlıklı eleştiri yazısında tanıtılan "Aşırı Söylem ve Demokrasi" (Extreme Speech and Democracy) adlı kitapta bahsedilen etnik azınlıklar, kadınlar, köktenci ve eşcinsel eğilimlere sahip insanlara yönelen nefret söyleminin yargı yoluyla yasaklanmasının demokrasiye ve ifade özgürlüğüne aykırı olduğu ifadesinin dayandığı liberal ideolojinin temel açmazına yine L. R. Douglas işaret eder.
"Holocaust reddiyecilerine nefret dolu inkârlarını kusma iznini verme ve onları, bu onayla tokatlama arasında tanınan seçim, kaçına kendiliğinden ilkini yapmamayı tercih ettirecektir?"
Douglas'ın, çalışmadaki örneklerden biri olan ve soykırım reddiyesiyle ilgili materyallerin Alman web sitelerine konulması gibi güncel ve kritik bir olaydan yola çıkılarak küresel liberaliz ekseninde tartışılan ifade özgürlüğü ile demokrasi kavramlarının nasıl müsamaha ve yasak kelimeleri arasında gidip gelen bir sarkaca dönüştürüldüğü ve bu sarkacın içerdiği tehlikelere değinen sorusu, başka bir soruyu da beraberinde getiriyor:
Herhangi bir ırktan, dinden ve cinsten bir kimsenin bireysel kimliğine ya da cemaatsel normlardan kaynaklanan hassasiyetine yönelik nefret söylemlerini gerçekleştiren kimse ya da kimselerin içinde yaşadıkları "komplike çok kültürlü toplumların" çoğunluğuna dahil oldukları halde o çoğunluğun içinde kendilerini dışlanmış kabul etmelerinden kaynaklanan, kökleri şiddete dayalı, bir "nefret söyleminin" tolerans kelimesiyle -yargı bağlamında- görmezden gelinmesinin ardında yatan itki nedir?
Bu sorunun yanıtı ise, elbette bugün liberalizmi içerden tartışmaya başlayan saygın profesörlerin vardığı özgürlükçü noktanın, yine sömürgecilik sonrası kapitalist toplumların entelektüelleri ile o ülkelerin sıradan insanları arasındaki Aydınlanmacı mesafeye dayanır.
80'ler Türkiye'sinde Liberalizm ve Nefret Söylemi
Bu bağlamda, 1980 Türkiye'sinde "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" olarak algılanan liberal anlayışın bugünlere taşıdığı sokak faşizminin ve medyada sıklıkla yer alan dilsel/ dinsel/ cinsel ve etnik ayrımcılığı körükleyen nefret söyleminin açık hedefi olan azınlıkların yerine, "çoğunluğun haksızlığa uğrayan azınlığı" rolünü üstlenmek isteyen çevrelere tanınan ifade özgürlüğünün altında yatan yasallığın yoruma dayalı "sübjektif" olduğu da aşikârdır.
Nefret söyleminin, demokrasinin esası kabul edilen yasaklayıcı bir yapıyı kabullenmeme özelliğine dayandırılarak, desteklenmesi ve demokrasiyi yaratan diğer bileşenlerin yok sayılmasının yol açtığı "totaliter" bir demokrasi anlayışının, ancak demokrasi kelimesinin içinden her söylenileni yapan bir cinin çıktığı sihirli bir kutu olarak tasarlandığı bir yapıda barındığı ise şüphesiz düşünülebilir. Böyle bir ideolojinin küresel ve yerel felaketlere yol açtığı da görmezden gelinemeyecek bir gerçek.
Yine bu bağlamda, 15 Eylül 2009'daki 55. yaş gününde yaşama dahil olamayacak Agos Gazetesinin bir suikast sonucu katledilen Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, böyle bir "demokrasi" anlayışına sahip bir ülkenin azınlık mensubu olarak "nefret söylemi" üzerinden hak elde etmeyi değil insanı değerler üzerinden, kardeşliğe dayalı bir özgür demokrasi anlayışını seçtiği için "301. maddeleri" yaratan bir düşünce sisteminin içinde mahkemelerde haklılığını kanıtlamaya çalışırkenki zaman dilimi içerisinde öldürüldü.
Yani ona tanınmayan ifade özgürlüğü, gazetelerde yer alan ona yönelik açık "nefret söylemlerinin sahiplerine" fütursuzca "demokratik basın bildirileri" ile tanınmıştı.
Agos gazetesinin önünde yapılan linç gösterilerinin, gazetenin içine taşınmamış oluşu "nefret söylemlerini" sığ bir demokrasi anlayışının ardına sakladığı için bugün Hrant Dink yaşamıyor.
Onu, "adil yargılanmadığı" mahkemelere rağmen yaşatmaya tahammül etmeyen bir ülke, bu bağlamda demokratik bir ülke olmadığı gibi demokrasinin peşinde bir ülke de değil yazık ki!
Eylül Ayının Tanıklığında Demokrasi!
Batının, doğuyu her defasında kendi bakış açısından yeniden şekillendirmesi olarak da değerlendirilebilecek olan Şarkiyatçılığın bir uzantısı olan liberalizmin, Amerika'yı yeniden keşfi olan "demokratik nefret söylemlerinin" yasak koymama adına meşrulaştırılma çabasının geçmiş bir sonucu olan 9/11 saldırıları sonrası Edward Said'in, "Şarkiyatçılık" adlı muazzam çalışmasına 2003 yılında yazdığı önsözde belirttiği şu cümleler de radikal söylemler, ifade özgürlüğü ve demokrasi bağlamında hatırlanmalı:
"Liderlerimiz ve onların entelektüel uşakları, tarihin bir yazı tahtası gibi temizlenmeyeceğini; temizlendiğinde ise oraya ancak kendi geleceğimizi, kendi yaşam biçimlerimizi bize yükleyen bu küçük insanların takip etmesi için yazabileceğimizi anlama kapasitesinden yoksun görünüyorlar (Penguin Books: UK., iv)."
Said'in, "İnsanın, insani bir arzu olarak talep ettiği aydınlanma ve özgürleşme, ona karşıtlık oluşturacak inanılmaz bir gücün kaynağı olan bu dünyanın Rumsfield'leri, Bin Laden'leri, Sharon'ları ve Bush'larına rağmen kolaylıkla ertelenmez" ifadesinde olduğu gibi bugün Ermenistan'la bir protokol imzalayarak "insani bir arzunun" peşinden giden bu ülkenin, "tarihin bir yazı tahtası gibi silmeyeceğini" bildiğini düşünmek ve "nefret söylemlerinin" demokratik bir hak olarak görülmediği bir sosyal hukuk devleti hayal etmek de ertelenmemeli.
Ve, 12 Eylül 1980'in patolojik 30. yıl döngüsünden bir yıl önce, bu tarihten az önce yasaklılar listesindeki yerini filmleri ile alan ve bugün de sistematik bir unutturma politikasına tabî tutulan Yılmaz Güney'i de ölümünün 25. yılında anmak istiyorum.
Bir Eylül günü, 80'in karanlık gölgesine doğan biri olarak, bu aya kendi hüznünün ötesinde bir kasveti, 6-7 Eylül 1955'de ve 12 Eylül 1980'de cezaevlerinde, sokaklarda ve bizzat evlerinde isimleri de bedenleri gibi akıl almaz işkencelere maruz bırakılarak yok edilen onlarca insanın acısını yükleyenlerin yargılanacağı günü bir doğum günü hediyesi bekliyorum.
"Lobotomi" kurbanı bir robot kuşağı yaratmak ve kendi geleceği olan bir nesli salt gölgeden ibaret kılmak için düşündürmemeyi düstur edinen bir ülkenin ezeli gardiyanlarına inat yaşamın devamlılık hakkını isteyerek, Michel Foucault'yu da sevgiyle anıyorum.
Hurafelerin sinsi ve ılık nefesini kırmak için bilinebilir tek gerçekliğin insanın, insani çabasından çıkacağını düşünerek oluşacak bilimselliğin iyimser bilinmezliğine şapka çıkarıyorum! (YK/EÖ)
* Hare, Ivan&Weinstein, James. (ty). "Extreme Speech and Democracy", Oxford U. Press.