Çorum'da 2 Eylül 2009'da görülmeye başlanan Zangırt (Bilge) Köyü katliamı davasını aynı günün akşamı yayımlanan bir haber programında yorumlayan Maltepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bahattin Akşit'in katliam sonrası bölgede yaptığı araştırmalar sonucu elde ettiği bulgular son derece ilgi çekici.
Mardin, Mazıdağ yakınlarındaki köyde yaklaşık 45 kişinin ölümüyle sonuçlanan düğün baskının ardından açılan davanın basına kapalı gerçekleşmesi ve ilk duruşmada iki kişinin tahliye edilmesi ise son derece belirsiz.
Katliam sonrası yapılan haberlerden elde edilen son derece kısıtlı bilgiye ve bu bilgilerden yola çıkılarak yapılan yorumlara göre ise ölümlerin nedeni olarak gösterilen "namus meselesi" ile "koruculuk" sisteminin beslediği şiddetin salt gerekçe olmadığı ise açık.
Araştırmalarından elde ettiği bilgileri açıklayan B. Akşit'in verdiği bilgilere göre iki aile arasında başlayan husumet 1983 yılında yapılan muhtarlık seçimlerindeki rekabetle başlıyor.
Bölgenin iki etkin ailesinin gelir ve rant kaynaklarının paylaşımında çıkan sorunlarının eklemlenmesiyle dozu günbegün artan husumetin ardından yatan bölgesel sorunların temelindeki mesele ise Kürt sorununun "açıklanamaz müphem karanlığı!"
Ancak bu müphem karanlık, Akşit'in belirttiği gibi, "bu bölgede zaman içinde iki aile arasında yaşanan olayların PKK'nın üzerine atılarak kapatılmak istenmesi" ve elbette şiddeti beslediği şüphesiz olan koruculuk sisteminden kaynaklanan yasa-dışılığın meşruiyet kaynağının sorgulanmamasıyla görmezden gelinmiş. Ayrıca yine Akşit'in ifade ettiği ve katliam evinde çekilen çeşitli görüntülerden yansıyan Atatürk ve ev sahibinin yan yana konulan fotoğraflarının, bölgede etkili olan dinsel yapının ev içi simgeleriyle çelişen manzarasından yükselen "hatırlatıcı" yabancılaştırma etmeni ise Hasan Ali Yücel'in sekteye uğratılan Köy Enstitüleri projesi.
Akşit'in verdiği bilgilere göre bir dönem bölgede yaşanan imam-öğretmen gerginliği de bu tablonun bir ucunda yer alıyor. İrlandalı yazar James Joyce'un, kutsal ve mahrem içerisi olan evin nasıl mahrumiyet alanına dönüştüğünü anlattığı "Dublinliler" kitabındaki "Eveline" adlı öyküde yer alan fotoğrafların taşıdığı anlamı anımsatan bu görüntüler, 1980 sonrasının karanlık atmosferindeki yerini alıyor.
Mistik Corpus'un Gölgesindeki Mardin Katliamı
Bu bağlamda, 1983'den bugüne bir dizi olay ve devletin terörle mücadele kapsamında geliştirdiği bir yöntem olan koruculuk sisteminin teşvik ettiği gayri meşruiyetle beslenen bir husumetin yol açtığı iddia edilen Mardin, Zangırt Köyü katliamının ardında yatan derin devlet yapısının Ergenekon sürecine kadar uzanabilecek köklerini anlamanın yolu, meselenin Kürt sorunu ve paradigmaları içinde değerlendirilmesi gerektiğini anlamaktan geçer.
Bunun ötesinde ise, demokrasi kelimesini bir duruma ve olaya özgü algılamadan, failleri yakalanmış da olsa böyle bir davanın güvenlik gerekçesiyle dahi basına kapalı yapılamayacağının altını çizmek gerek.
Aksi takdirde, "ölende, öldüren de aynı aileden" ifadesinin ironik yönü gözden kaçar ki bu da, aslında her daim ötelenerek yok sayılmış bir halkın, bu coğrafyada yaşayan diğer halklarla paylaştığı ortak mahrumiyetin kaynağı olan derin yapının gizlendiği modern- mistik corpus'un (devlet'in) gücünün tanrısal ve politik doğruluk adına ve bireyin lehine idamesini kolaylaştırır.
Bu noktada, Modern Orta Doğu tarihi ve milliyetçilik çalışmaları uzmanı Elie Kedourie'nin, Hindu milliyetçiliği üzerine yaptığı araştırmaları anmak ve modernleşme-ulus devletleşme-milliyetçilik üçgeninde linç kıskacına yakalanan tekil ve çoğul bireylerin içinde yer aldıkları toplumların maruz kaldığı patolojik tavrın köklerinin tekinsiz saflığına dikkat çekmek gerekir.
Hrant Cinayeti döneminde Linç Ritüelleri
Bir modernite paradigması olarak tüm dünyada ve Avrupa'da 19. yüzyılda doruğa ulaşan milliyetçilik olgusunun bâkir ülkülerle temellendiği ulus idealinin esası olan "soy bilinci ile gurur" kavramlarının, batılı Aydınlanma düşüncesinin etkisiyle ortaya çıkan "kültürel değer çöküşü" düşüncesinden beslendiğini ifade eden Kedourie'nin Hindu milliyetçiliği üzerinden geliştirdiği tespit, Türk milliyetçiliğinin vardığı boyutu açıklamak için de etkilidir.
Bu ayrıca, Türkiye'nin, istisnasız barışa yönelik her değişim talebinde ortaya çıkan linç gösterilerinin de sadece sembolik boyutta kalmadığının da bir göstergesidir.
26 Şubat 2004'de, İstanbul Ülkü Ocakları üyesi bir grubun sloganlar atarak Agos gazetesi binasının önüne yürümesi ve Ülkü Ocakları İstanbul İl Başkanı Levent Temiz'in, yaptığı basın açıklamasıyla AGOS Gazetesi'nin, 2007 yılının 19 Ocak'ında faili meçhul bir cinayet sonucu katledilen, Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'i açık hedef ilan ederek tehdit etmesi Kedourie'nin ifade ettiği gibi milliyetçiliğin "Karanlık Tanrıları"nın meşrulaştırdığı ritüelistik linç gösterilerine bir örnek olarak paganistik bir kurban eyleminin arka planıdır.
Bu bağlamda, bu organik linç gösterilerinin bir devamı olarak gerçekleştirilen İdil Biret'in Topkapı Sarayı Konseri'nin 16.07.2009'da Alperen Ocakları'ndan kalabalık bir güruh tarafından tekbirli yürüyüş ve afiş yırtma eylemleriyle protesto edilmesi de aynı "karanlık tanrıların", "kültürel değerler çöküşü" fikri üzerinden bir geri dönümüdür.
Ve, son olarak Yılmaz Erdoğan'ın, 24 Temmuz 2006'da "Kanadı kırık güvercinden mektup" başlığıyla Hürriyet gazetesinde yayımlanan yazısının, mevcut Kürt açılımı açıklamasıyla birlikte yeniden hatırlanmasının bazı kesimleri rahatsız etmesi sonucunda, Balıkesir Kamu-Sen ve Türk-Eğitim Sen temsilcileri ile çeşitli sendikalardan katılımcıların, 14 Ağustos 2009'da Edremit'in Faruk Serpil Parkı'ndaki kamuya açık bir tuvalet binası önünde basın açıklaması yaparak, Y. Erdoğan'ın fotoğrafları ile "Yılmaz Erdoğan PKK'lılara, "şehit" diyor. Yılmaz Erdoğan, bak seni bu ülkede kaç kişi kınayacak" sloganı bulunan afişleri tuvalet duvarlarına asarak protesto etmesi, milliyetçiliğin bir türevi olarak sürdürülen sembolik linç gösterilerinin vardığı dehşetengiz boyutu gösterir.
Darbeyi patolojik bir tehdit aracı olarak kullanarak, insanların korkularından beslenen militarist bir zihniyetin sokaklarda yarattığı şiddetin durdurulmasının tek yolu ise yine şüphesiz yasadır.
Çünkü, bilhassa 2000'den sonra hızlanan değişim sürecine dahil olmak yerine mağdur rolüne bürünerek diğeri gördüklerini mağdur etmek isteyenlerin de arkasında duran sistemin beslendiği siyasi Mesihlerin bugün artık küresel bir örgütlenme ağının içinde yer aldığını unutmamak ve sokakların gerçek sahiplerinin, ülkesinin sokaklarına sahip çıkmak istediği için hâlâ "Sokak Güzeldir!" diye haykırmak isteyen gençler ile onların devrimci, manevi ebeveynleri olduğunu da unutmamak gerek. (YK/EÖ)