Eski Yunan'da aktörler tarafından kullanılan ve maske anlamına gelen "persona" kelimesi, bir kişiliğin topluma gösterilen yüzü anlamına gelir. Sosyal uyum arketipi olarak değerlendirilen ve kişiliğin toplumsal olarak istenmeyen taraflarının kişisel bilinçdışına itimi olan "persona" kişinin, saklı olan veya bilinç dışındaki iyi ve kötü yönleri ile egonun bastırdığı ve hiç fark etmediği tarafları olan "gölge" kavramından da ayrıdır.
Rüyalarında, kişinin kendi cinsiyetinden biri olarak ortaya çıkan gölgesi, gerçekte anlatılamaz ve bir sanatçı için rüyaların dilsizliğinden, imgeler aracılığıyla yazıya aktarılır ve yaratıcılığın açığa çıkmasını da sağlar (Jung, 1999: 123). Carl Gustav Jung, kişisel ve kolektif gölge ayrımını şöyle ifade eder:
"Kadın kişiliğinin, erkek tarafını sembolize eden "anima" ile erkek kişiliğinin, kadın tarafını sembolize eden "animus", çocuğun ilk yaşam evresinde anne ve babayla kurduğu özdeşimin niteliğine bağlı olarak yetişkinliğinde iyi ya da kötü taraf olarak açığa çıkar" (Stevens, 1999: 125).
Ancak yine Jung'a göre, evrensel arketipler olarak ortaya çıkan "anima" ve "animus", gölge ile karıştırılmamalıdır, çünkü gölge doğası gereği kişiseldir. Bu bağlamda insan, kendi doğasının kötülüğünü fark edebilir, ancak evrensel kötülük kavramıyla karşılaşmak için kendi içine bir bakış yöneltmek gerekir ki bu, nadir ve yıkıcı bir deneyimdir (sayfa: 125).
Bu bağlamda, evrensel "anima" ve "animus" kavramlarının ışığında keşfedilecek toplumsal cinsiyet içgörüsü, çocuklukta, anneyle gerçek anlamda kurulan bütünleşmeyle sağlanan ilişki üzerinden inşa edilmelidir, çünkü baba sevgisi sosyalleşme adına belli kuralları benimseten koşullu bir sevgiyken, anne sevgisi hiçbir şarta dayanmaz (sayfa: 70).
Gölge, bastırma ve nevroz
Jung'un, "sistematik unutmaya yol açan bastırmaların, melankolik evrede psişik etkenler sonucu hatırlanmasıyla ortaya çıkan nevrozlar" olarak bahsettiği "dış dünyada kabul görmeyen gölgenin artık içeride kalamadığı durumlarda ortaya çıkan ve sinir krizlerine dönüşen durumlar ise nevroz halleridir. Bu bakımdan erkeklerin, saplantı nevrozuna yatkın olduklarını öne süren Freud, erkek için hesaplaşma alanının kamusal alan olduğunu belirtir.
Jung ayrıca, ruhsal gölgenin bastırıldığında ya da reddedildiğinde bilincin arka planında nasıl işlediğini ve nevroz ya da saplantı nevrozu olarak nasıl ortaya çıktığını da anlatır. Buna göre baskı, politik düzenlemelerle oluştuğunda sistematik bir bellek yitimine yol açar ve insanın kişiliğini, onu koruyan ruhsal gölgesine rağmen gölgeden yoksun kişiliklerde olduğu gibi ikiye böler. Bu durumda da Freud'un belirttiği ailevi kalıtsal nevrozların aksine, kalıtsal olmayan durumlar ortaya çıkar.
Sosyal bastırmalar ise nevroz ve bölünmeye yol açarak, benliğin gölge ve "persona" kavramıyla uyuşamayacak derecede ayrılmasına neden olur (Stevens, 1999: 118). Gölgesiyle karşılaşan kişinin, toplumsal/ kültürel/ dilsel cinsiyetli kimliği ve gölgesiyle ne ölçüde hesaplaşabildiğini ve toplumsal maskesine dönüp dönemediğini anlatan sayısız çalışmanın farklı bağlamlarda incelenmesi de bu bakımdan son derece önemlidir.
Bu bağlamda ne tam olarak aydınlanma ne de tam olarak karanlıkta kalma anlamına gelen Jung'un "gölge" kavramı; ruhsal bir metafor olarak düşünüldüğünde, benliğin uyumlu ve aydınlık tarafı, insan yaşamının bir aşamasında, karanlık ve isyankâr tarafıyla yer değiştirir. Bu karanlık taraf ise daima, egosunun aydınlık yönlerinin bilincindeki kişinin benliğinde aydınlık yönü kadar güçlü bir gölge şekillendirir (Jung, 1991: 83).
İdealler, düşler ve milliyetçilik
Bu bakımdan bir toplumsal uyumsuzluk olarak kabul edilen nevroz olgusu, ulus devlet ve milliyetçilik kavramları ekseninde değerlendirildiğinde kişinin, totaliter yapılarda, birey olarak devlet karşında toplumsal/ politik gölgesiyle hesaplaşması sonucunda "benliğini" ortadan kaldırması anlamına da gelir.
Dış dünyada kabul görmeyen gölgesinin, hesaplaşma alanı olan kamusal alanda sosyal, dini ve politik bastırmalar sonucu yarattığı tahribatın devletçe "ulus-devletin salâhiyeti" adına kutsanması ve bu kutsal devletin her durumda her şeyin üstünde tutulması, kişinin nevroz anını saplantıya dönüştürerek, "persona" ile milliyetçilik olgusunu yer değiştirtir.
Böylelikle de, çocuklukta, ebeveynlerle kurulan sağlıklı ve sevgiye dayalı büyüme ilişkisinin sonucunda, bir sosyal uyum arketipi olarak benimsenmesi gereken "persona" ya da kişiliğin iyi ya da kötü yönlerinin maskeleme evresi olan "gölge"nin, karanlıkta kalan yanlarının ulus devletlerin nevroz anlarında ortaya çıkan ve "ölümcül tatmin anı" olan milliyetçiliğin ebediyet vaadinde takılı kalması, ruhsal gölgenin yitimine ve ikili bir bilincin oluşmasına yol açar.
Bu bağlamda Bejan Matur'un, 19.09.09 tarihli Zaman gazetesi'ndeki "Coğrafyanın Kaderi" yazısında "Kürt sorununda Türklerin ve Kürtlerin ortaklığı" bağlamında ifade ettiği "konunun Musul meselesi ile Lozan Antlaşması'na gelmesi" ise, gerçekten "manidar." Matur'un, Iraklı Kürtlerden gelen ortaklık talebine işaret ederek "coğrafyanın kaderine inanmak gerekir" diyerek açıkladığı bu yeni "ülkünün" içinde şekillenen belirsiz macera önerisinin "hayat demek olacağı için pesinden gidilmeyi hak eden kısmı" sanırım sadece "şiddetten arınma" gereği.
Bunun ötesi, Türkiye Kürtlerinin yüzyıllık sorununa yeni bir yük yüklemek olmuyor mu acaba? Ayrıca, Matur, yazısının bir bölümünde diğer öneriler için "gerçekliği kaçıran sığ senaryolar" ifadesini de kullanmış, ancak "dağa bir macera arayışı olarak çıktığını" belirten gençlerin yeni ve belirsiz bir maceraya sürükleneceği bu, "Musul'u geri alma düşü" dışında, modern dünyanın sıradan sorumluluklarını almak için şiddetsiz, çatışmasız bir ortamı bekleyen bir halkın anayasal haklarının güvencesi için tarihin bir kopuş anını onarmasını tahayyül etmek ve beklemek haksızlık değil midir?(YK/BÇ)
* Jung, C. G. (1991). "Lexicon: A Primer of Terms and Concepts". (Haz.) Darly Sharp. Canada: Inner City Books.
* Stevens, A. (1999). "Jung". Çeviren: Ayda Çayır, İstanbul: Kaknüs Yayınları.