Yaz biterken film sezonu da açıldı. Yeni sezonun yeni filmleri arasında 50 yerli film sırasıyla gösterim tarihini bekliyor. İstanbul Modern Sinema ise yeni sezonu son iki yıldır adından çok söz ettiren ama vizyonda yeterince yer bulmamış yerli filmlerden oluşan bir seçkiyle açtı: "Biz de Varız!"
Dokuz filmden oluşan bu seçkinin filmleri arasında henüz gösterime girmemiş bir ilk film de vardı: "Tepenin Ardı". Berlin'de ilk dünya galasını yaptıktan sonra gittiği festivallerden aldığı ödülleri takip etmek zor olduğu için olsa gerek "ödül canavarı" olarak ünlenen bu filmin yönetmeni Emin Alper. Henüz dünyanın önde gelen festivallerinden ödül toplamaya devam etse de şimdiye kadar aldığı ödülleri sıralayalım.
31. İstanbul Film Festivali: En iyi Film, En iyi Senaryo, FIPRESCİ Ödülü; 18. Saraybosna Film Festivali: Jüri Özel Ödülü; Taypey Film Festivali: Jüri Özel Ödülü; Karlovy Vary Film Festivali: En iyi Asya Filmi Ödülü; 62. Berlin Film Festivali: Caligari Ödülü, En İyi İlk Film Mansiyon
"Tepenin Ardı", İstanbul Modern Sinema'da 13 Eylül günü izleyici karşısına çıktı ve yoğun bir ilgiyle karşılandı. Aslında anlaşılır bir sonuç: Bir ilk film olmasına rağmen bunca ödül almıştı; yapımcısı Seyfi Teoman'dı, yönetmeni Boğaziçiliydi ve film hala vizyona girmemişti. Tüm bunlar yan yana gelince sinema salonu da doldu taştı. İnsanlar 1 saat 34 dakika da olsa filmi ayakta izlemeyi tercih etti.
Film bitip de Emin Alper, Furkan Yener ve Enis Kostepen sahneye çıktığında oluşan ortak duygu, hiç abartısız söylüyorum: "Filmin müthiş güzel ve çok güzel olduğu"ydu. Ve evet güzeldi.
Film başladıktan sonraki ilk sahnelerinde "Eyvah Nuri Bilge'nin ilk filmlerine benzeyen, uzun fotoğrafik çekimlerle dolu, sıkıcı bir film mi olacak yoksa" diye düşünürken birden kendinizi Karaman'ın küçük bir köyünde, Balkusan'da buluyorsunuz. Ve o dakikadan itibaren yüreğinizde pek anlam veremediğiniz bir sıkıntı oluşuyor ve giderek büyüyen bu basınçla izliyorsunuz filmi. Fena mı, hayır tersine; şehir ya da kırda bu insanlarla hayatın bu yaşanışı; yaşadığımız kendinde güzel coğrafyaları bile böylesine yabanıllaştırmamız; ezik, korkak, aksi, yoksul, güçlü, güçsüz, öfkeli, kızgın, huzursuz ruhlarımızın birbiriyle durmaksızın çarpışmasının yarattığı can kayıpları, karakter yitimleri, kâh bedensel kâh ruhsal sakatlar ordusu...
Tüm bunlar güzel olan her şeyi bozuyor, yok ediyor, kurutuyor...
Dışarıdaki, andaki bu hayat doğrudan beyaz perdeden çarptıkça yüzünüze, doğal olarak tepki veriyor benliğiniz, içinizdeki sıkıntı da işte bu.
Rüzgârla oyulmuş kayalıkların oluşturduğu tepelerle çevrelenmiş, içinden dere geçen bir doğa parçası; orada yaşayan bir ailenin yaşamayan diğer parçasıyla kısa bir yaz tatili için bir araya gelmiş büyüklü küçüklü altı erkek ferdi; bir çoban köpeği ve evde erkeklere hizmet eden bir anne ve onun dizinin dibinde oturan küçük kız çocuğu bir araya gelir de nasıl geçirirlerse zamanı tıpkısının aynısı, bire bir öyle yaşıyorlar zamanı. Bazen diyalogların sahiciliğine kapılıp gülüyorsunuz, bazen ortamın gevşetici etkisiyle kendini zevk ve sefaya kaptıran şehirli Nusret'in budalalığına gıcık oluyorsunuz, Meryem'e sinirleniyorsunuz "ne bu be, her gelen adama terslenmeyip oturup konuşuyor" diye, Mehmet ise onun durumu abisi Faik'in gölgesinde, içler acısı...
Zafer'e gelince... Amcası Faik ona hep "Zaferim" diye sesleniyor, biz de ona "Zaferimiz" diyelim. Oktay Rıfat'ın şiirinde geçen dalından koparılıp nalçalı topukla çiğnenmiş bir yemiş gibi o. Bilmeden içine düştüğü savaşların kurbanı, filmin düğüm noktası.
Bu düğümün çözülmesi demek onu gerçekten kimin öldürdüğünü bulmak demek. Gerçekten kim öldürdü Zaferimizi?
Film bu soruyu sorduruyor insana, ama cevabını da tek bir karede ustaca veriyor. Dağlar, tepeler, yürekler kana bulanmasın diye bu sorunun yanıtı doğru verilmeli elbet. Büyük abi Faik, tepenin ardındaki yörükleri işaret etse de biz, Zafer'in yerde yatan ölüsünün başında duran ailenin diğer erkeklerinin tek bir film karesinde toplaşan hikâyelerinin sonucunu açık seçik görüyoruz.
Düşman hep "tepenin ardındakiler" oluyor. Oysa bu filmde sıradan insanların sıradan insanlara (ve hatta hayvanlara) yaptıklarına şahit oluyoruz. O görkemli marş uğultularıyla kaybedilen "Zaferin" öcünü almak için aksak topal sıraya dizilenler, yeni seferlere, sözde yeni zaferlere hücum edenlere çevriliyor bu kez kamera. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, bazen göze gösterilmeyen sahnelerin bir bireyin, bir ailenin, bir toplumun kaderini nasıl belirlediğini düşünüyor insan ister istemez. Yalanlarla yaşıyoruz hepimiz. Bir yalan uğruna seferber ediliyoruz. Ne kadar kolay! Ne de olsa düşman kendi bencil çıkarlarımız, kendi egolarımız, kendi mülklerimiz değil. Düşman hep tepenin ardında... Haydi erkekler savaşa! (NG/HK)
* Nuray Gönülşen, İstanbul Ticaret Üniversitesi, Medya ve İletişim Sistemleri Bölümü öğrencisi.
** Künye: Yön: Emin Alper; Oyuncular: Berk Hakman, Mehmet Özgür, Reha Özcan, Tamer Levent; Yıl: 2012