Çocukluğumdan kalma bir tutku futbol benim için. Zaferlerden, mağlubiyetlerden, kupalardan, şampiyonluklardan çok ailecek gidilmiş öğretmenevinde (o yıllarda öğretmenevlerinde alkol yasağı da yok) ailecek yemek yenip maç izlenen geceleri, babamın heyecanını, desteklenen takım yendiğindeki alkış seslerini, yenildiğinde ise babamın kadehinde kalanı hızlıca tüketip sessizce masadan kalkışını, kısaca babamı ve çocukluğumu hatırlatan bir tutku.
Hal böyle olunca da sahaya atılan yabancı maddeleri, hakeme koro halinde edilen küfürleri, maç çıkışı taşlanan takım otobüslerini, rakip takım taraftar avına çıkan kişileri anlamakta zorluk çekiyorum. Öyle ya, keyif için tutulmaz mı takım, hayattan eğlenceli bir doksan dakika çalmak için izlenmez mi maçlar, sesi çoğaltmak için söylenmez mi marşlar?
Futbolun baskı hali
Taraftar şiddetinin, yeşil sahadaki mücadelenin sokağa taşınmasının somut izlerine rastlamam üniversiteyi kazanıp da Eskişehir’e geldiğim zamana denk geliyor. Bir derbiyi izlemek üzere formamı üzerime geçirip sokağa çıktığımda birkaç kişi durduruyor beni: “Sizin gibi bir bayana yakışıyor mu hiç Bizans’ın formasıyla sokağa çıkmak?” Anlam veremiyorum, bir kadının futbolla ilgilenmesini garip karşıladıklarını varsayıyorum, Bizans kısmını ise o an için anlamıyorum. Biraz daha ilerlediğimde ise bu sefer başka bir grup durduruyor beni, üzerinde yine Eskişehirspor forması olan: “Burası Eskişehir. Başka takımın renklerine yer yok. Bir daha görürsek kendini Porsuk’ta bulursun.” İşin ciddiyetini o zaman kavrıyorum.
Ve sonrasında da geçmişte Porsuk Nehri’ne atılan Bursa plakalı arabaları, “Anadolu Takımı” başlığı altında başka şehirlerin takımlarını tutan taraftarın başından geçen tatsız olayları, formaları yolun ortasında zorla çıkartılan kişilerin hikâyelerini öğreniyorum. Şaşırıyorum, ne hak verebiliyorum ne anlayabiliyorum. Ama önlem olarak evime yayıncı kuruluşun dekoderini bağlatmayı, desteklediğim takımın maçlarının olduğu gün evden çıkmamayı da ihmal etmiyorum.
Futbolun pasif hali
Maç günleri, formamı üzerime geçirip mütevazı öğrenci evimin tüplü televizyonunda takımımın maçlarını izlemeye devam ediyorum. Arada sırada şehirde vuku bulan futbola bağlı şiddet olayları çalınıyor kulağıma. Porsuk’a atılan kişileri, sırf penceresinde “Bizans takımları”nın bayrağı asılı diye kırılan camları, derbi günlerinde basılan barları, yol ortasında tartaklanan taraftarları duydukça da daha bir seviyorum tüplü televizyonuma bağlı dekoderi. Kayıtsız kalmak, kendi rahatıma sığınmak vicdanıma ağır bir yük bindiriyor, içten içe utanıyorum ama elden ne gelir demeye devam ediyorum.
Bazı aylar yayıncı kuruluşun faturalarını ödemekte zorlandığım oluyor. Bu aylar, derbi maçlarına denk gelmezse seviniyorum. Takımımın renklerini taşıyan formamı çantama koyup, maçı izleyeceğim barda üzerime geçiriveriyorum. Takımım yenilirse alkışlıyor, yenilirse de kadehimde her ne varsa hızlıca bitirip sessizce ayrılıyorum mekândan, babamdan öğrendiğim gibi. Tabii bir de formayı çıkarıp çantaya koymayı unutmadan.
Faturayı ödeyemediğim günlerden birisinde ise Eskişehirsporlu bir grup, maç çıkışında sokakta geçen kişileri rastgele durdurup montlarının önünü açmasını rica(!) ediyor. Durdurulanlar arasında ben de varım, ama içim rahat öyle ya formam çantamda. “Ben ne anlarım ki futboldan, takım bile tutmam” diyorum montumun önünü açarken. Gruptan birisi çantamı da açmam gerektiğini söyleyince ise ne yapacağımı şaşırıyorum, aklımda bin türlü felaket senaryosu. Neyse ki yine gruptan birisi yetişiyor imdadıma: “Bayanların çantasına bakılmaz, bak hanımefendi takım bile tutmuyormuş.” Bayan- kadın jargonuna bile dikkat etmeyecek kadar korktuğumdan eve dönerken aklımda tek bir şey var: “O faturaları öde İrem!”
Futbolun şiddet hali
2011 – 2012 sezonu. Son maç şampiyonluk maçı, üstelik derbi, üstelik babam da öğrenci evimde, tüplü televizyonumun karşısında maç izleyenler arasında. Maçın bitiş düdüğü çaldığında kadehteki içkiler hızlıca tüketilmesin de alkış seslerini duyalım istiyorum. Neyse ki maçın bitişini haber veren düdük çaldığında alkış sesleri duyuluyor evde. Babamı ise zar zor ikna ediyoruz formamız sırtımızdayken çıkıp bir yerlerde, bir şeyler içerek şampiyonluğu kutlayamayacağımıza dair.
Eskişehir’in en işlek caddelerinden birisinde oturduğumuzdan dolayı caddeden gelen marş ve çığlık sesleri bizi gayri ihtiyari pencereye götürüyor. Babam, “Siz beni çıkarmadınız ama bakın millet çıkmış da şampiyonluk kutluyor” cümlesini tamamlayamadan, evin karşısındaki bankanın önünde bir grup Eskişehirsporlu tarafından sıkıştırılmış, Fenerbahçe forması giymiş bir çift görüyoruz. Kız çığlıklar atıyor, erkeğin ise yüzünde dehşet ifadesi ve eli bacağında, yerdeki kanları görünce ben de çığlık atmaya başlıyorum.
Önce 112’yi arıyorum, hayatımda ilk kez 112’yi aradığımı fark ediyorum, numara meşgul. Sonra polisi arıyorum, neyse ki meşgul değil de nefes nefese adresi verebiliyorum. Çok geçmeden ekip aracı ulaşıyor olay yerine, içim rahatlıyor. Kalabalık grubu dağıtacaklarını, çiftin de rahat kalacağını düşünüp seviniyorum. Ama polisler bir türlü inmiyor araçtan, yalnızca korna çalıyorlar gruba. Neden sonra ambulans geliyor da kızla, çocuğu bindirip götürüyorlar. O gece uyurken şampiyonluğun sevinci yok içimde, zerre umrumda değil hatta. Hikayelerde avcıyla değil de keklikle empati kurmayı tercih ettiğimden, taraftar grubu tarafından tartaklanabileceğimi ve hatta bıçaklanabileceğimi düşünmek, 112’nin meşgul verdiği, polisin yaralı haldeki vatandaşı kurtarmak adına müdahalesini korna çalarak yaptığı bir ülkede yaşamak uykularımı kaçırıyor.
Futbolun çaresizlik hali
2012 – 2013 sezonu. Şampiyon iki hafta önceden belli olacak. Fatura yine ödenmemiş (ah İrem ah), ama şampiyonluk maçı da kaçırılmaz, mecburen bir yere gidilip izlenecek. Bu sefer çantama dahi koymuyorum formayı. Barlar Sokağı’na gidip pencereye en yakın masayı seçip oturuyorum, ya bir şey fırlatırlarsa içeri korkusuyla.
Gözüm ekranda maçı izliyorum, bir yandan da “Belki bu sene olay çıkmaz, zaten neden çıksın ki, kim kime ne yaptı ki” diye düşünüyorum. Maçın ikinci yarısında sokaktan sesler geliyor ve bir de yanık kokusu. Korka korka bakıyorum aşağıya. Barlar Sokağı’nı marşlar söyleyen, küfürler eden, meşaleler yakan, ellerindeki bıçakları sallayan kişiler doldurmuş. En naifleri “Burası Bizans değil”, “Kutlama yaparsanız sokaklar size mezar olur”, “Eskişehir’de Eskişehirspor’dan başka takım tutulmaz” olan cümleler çalınıyor kulağıma.
Masalarda oturan ve üzerinde forması olan kişilerin yanına gidiyorum tek tek: “Ne olur çıkarın formanızı, dışarıda durumlar fena” Maç bitiyor, bu sezon da kadehimdekini hızlıca bitirmek zorunda değilim. Babamı arıyorum, marş söyleyerek açıyor telefonu, ama sonra ciddileşiyor sesi “Aman kızım dikkatli ol, gerekirse üç saat sonra git evine”
Endişe içinde yeniden bakıyorum aşağıya. Eskişehirspor formasından başka renk görmüyorum, bazı mekânlar kepenk kapatmış, her yer polis. Ortalık sakinleşsin diye bir saat kadar daha kalıyorum. Eve gitmeye karar verdiğimde ise şampiyon olmanın sevinci, takımımın renklerinin coşkusu değil de endişe var içimde, hastanede sonlanır mı bu gece kuşkusu var.
Sokağa adımımı atar atmaz karşı kaldırımda elinde bıçak tutan birisiyle göz göze geliyorum. Kafamı çevirip yürümeye başladığımda, önümde yürüyen ve boyunlarında Galatasaray atkısı olan iki kişi önce sözlü tacize uğruyor ve sonrasında yerde tekmelediklerini görüyorum. “Ne yapıyorsunuz siz” diye bağırmak istiyorum, sesim çıkmıyor ve ağlama krizine girip olduğum yerde kaldırıma oturuveriyorum. Sonrası, başıma bir şey geldi sanan sivil polis eşliğinde evin yolunu tutmak oluyor.
Eve gidiyorum. Çaresizlik, şaşkınlık, en çok da “neden” soruları. Twitter’da yazıyorum durumu. Hiç tanımadığım ama profillerinden Eskişehirsporlu oldukları anlaşılan kişilerden hakaret, küfür içeren karşılıklar alıyorum, içlerinden bir tanesi otobüs paramı verip beni İstanbul’a kutlamalara gönderebileceğini bile söylüyor. Gelen yorumlardan birisi ise oldukça manidar: “Ya seversin ya gidersin arkadaşım. İtaat edeceksin ya da sonuçlarına katlanacaksın”
Nasıl da tanıdık kelimeler, nasıl da tanıdık bir üslup. Anlıyorum ki, faşizm için insanların yalnızca bayrağa, millete, dine ihtiyaçları yok.
Futbolun halsizliği
Hani anlatılır ya, eskiden Papazın Çayırı’nda oynanan maçlarda yan yana otururmuş rakip takımların taraftarları. Ali Sami Yen’de iki takımın taraftarını ayıran iki bilemedin üç polis memuru olurmuş, onlar da ya gazete okur ya bulmaca çözermiş. Anadolu takımları destek olurlarmış birbirlerine, “kardeş takım” seçerlermiş birbirlerini.
Şimdilerde Papazın Çayırı’nda milyon dolarlık oyuncular top peşinde koşuyor, localardaki kodamanlardan taraftara yer kalmıyor. Ali Sami Yen yıkıldı yerine gökdelenler inşa ediliyor, taraftarın sesi değil de iş makinelerinin ve ihaleye karıştırılanlarım sesi yükseliyor.
1 Mayıs’ta emekçiye kapalı olan Taksim Meydanı şampiyonluk kutlamalarına açılıyor da, kimseler çukura düşmüyor. Endüstriyel futbol artık her yerde. Takımın yıldız futbolcusunun saç şeklinde, yayıncı kuruluşa verilen parada, kışkırtılan futbol milliyetçiliğinde. Takımların formalarının rengini gölgede bırakıyor üzerine alınan reklamlar, iliştirilen logolar. Kadehimde kalanı hızlıca içip sessizce uzaklaşıyorum futboldan.