*Fotoğraf: Muhsin Akgün
Dün, bugün, gelecek, umut, inat, kurgu, gerçek, doğru, yanlış, güzel, çirkin, söz gelimi, düş yitimi... Zıtlıkların hiç olmadığı kadar karşı karşıya geldiği şu günlerde, İyilik Güzellik isimli kitabıyla çıktı karşımıza Ece Temelkuran. Saçımızı başımızı yolup ağlarken atmaya başladığımız kahkahalar kadar nevrotik; bir dolu katliam, cinayet, yolsuzluk haberinden sonra doğum yapan panda haberi izler gibi olan biteni kayıtsız karşıladığımız şu dönemde ne de iyi yaptı.
Her şeyden önce, sizin deyiminizle "Bu çıldırtıcı kötülük şenliğinin ortasında" sormak istiyorum: Nasılsınız?
Bir yanım çok kötü ama bir yanım iyi. İyi şeyler olacak. Sonrası "iyilik güzellik" olacak. Öyle hissediyorum.
Tunus, Kahire, Beyrut ve şimdi de Zagreb. Pek çok ülkede yaşadınız. Kavafis'in dediği gibi oldu mu; bu şehir, bu ülke arkanızdan geldi mi?
Hayır. O şiiri çok sevmekle birlikte kendi hüznüne kapılmış bir şiirdir Kavafis'inki. Gelmez. Hiçbir şehir arkadan gelmez. Eğer sen dönüp dönüp arkana bakmazsan tabii. Galeano'nun dediği gibi kendi ülkende sürgün olmak, içine sürgün edilmek çok daha ağır. Bunu bildikten sonra fiziksel uzaklık insanı hüzünlendirmiyor.
Oradan nasıl bakıyorsunuz buraya? 'Oralı' gibi mi, 'buralı' gibi mi?
Devir'in başına bir alıntı yapmıştım Sait Faik'ten. Türkiye'ye bir bakıma son sözümü söylediğim o romanın başına koyduğum Sait Faik'in sözleri şöyleydi:
"Küçük şeyleri unutmayanlar, en geri hatıraları da unutmayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutmadan, her yeri, her şeyi severek öleceklerdir."
Ben sanırım kendime böyle bir kader seçtim. Ya da böyle bir kader yazdım, yazıyorum. Ne oralıyım ne buralı. Sanırım bu kimilerine kederli geliyor. Bana ise "her yeri ve her şeyi severek öleceğim" için sadece derin bir mutluluk veriyor.
"İçeride bile olsanız dışarıda olmak zorundasınız"
Nasıl gözüküyor her şey uzaktan bakıldığında?
Berrak. Aşırı kötümserlik veya lüzumsuz iyimserlik gibi iki ayrı uç tarafından çekiştirilmeden bakıp yorumlayabiliyor insan. Bu da düşünüp yazan bir insan için önemli. Çünkü söz, tarihin üzerinde bir yerden bakıp söylenecekse orası hep uzakta ya da dışarıda olmak zorunda. İçeride bile olsanız dışarıda olmak zorundasınız.
Zagreb nasıl geldi size? Bir yazınızda yer alan "Ülke nedir" sorusuna cevabınızı nasıl şekillendirdi?
Ben bir şehirde mi yaşıyorum bilmiyorum esasında. Çünkü Beyrut'ta, Tunus'ta, Oxford'da ya da yaşadığım herhangi bir şehirde hep aynı şeyi yapıyorum. Küçük bir evde yaşayıp her gün aynı kafeye gidip, birkaç arkadaştan başka kimseyle görüşmeyip yazıyorum. Ülke nedir sorusu giderek daha netleşiyor tabii. Evet, ülke sevdiklerinizin doldurduğu bir masa ve etrafındaki tarifsiz boşluk.
Kitabın başında anlattığınız bir hikâye var. Lahanayı bir aşk süsüne çevirecek hayal gücünüz yerinde mi bunca şeye rağmen?
Elbette. Sanırım daha da biçimli hale geldi o hayal gücü. Çünkü ülkemizdeki deliliğin tek ve biricik olmadığını her gün daha iyi anlıyorum. Yaşadığımız bu delilik her neyse kesinlikle küresel bir durum ve herkes aynı sorunun cevabını arıyor. Türkiye'de yaşayınca insan sadece kendi başına gelmiş sanıp kederleniyor.
Bahsettiğiniz tüm o kavga ve gürültü bizden en çok neyi alıp götürdü?
Değerler sistemimizi. Bunu yıllardır söylüyorum. Sanırım şimdi insanlar bunu daha iyi anlıyor. Gördüğüm kadarıyla ortak değerler üzerine çalışmalar da yapılıyor sivil toplum örgütleri tarafından. Ancak bu durum sadece konuşarak çözülecek bir durum değil. 1980'den başlayarak ülkede ekonomik, sınıfsal ve politik olarak ne değiştiyse onları tamir etmek lazım önce. Yoksa değerler sisteminin sohbet ederek geri geleceğini sanmıyorum. Adorno'dan kitaba yaptığım alıntıda dediği gibi, "Hiçbir kötülük, kötülük olarak tarif edilmekle düzelmemiştir."
Biz hep böyle miydik peki?
Başka bir yerde "Her şey eskiden daha iyiydi" dense bunun klişe bir nostalji olduğu düşünülebilir. Ama Türkiye için söylediğinizde bunda bir gerçeklik payı var. Evet, biz eskiden daha iyiydik. Fakat elbette tarihi tekrar etmek, geri döndürmek mümkün değil. Fakat eski değerler sistemimiz orada, onları hatırlamamızı ve geleceğe adapte etmememizi bekliyorlar bana sorarsanız. Dayanışma, nezaket, şefkat, sevgi gibi değerlerin dini söylemin tekelinden çıkıp yeniden politik söylemin, Sol politik söylemin içine dahil olması gerekiyor.
"Birinin trajedisi ötekinin komedisi"
Başımıza gelen her şeye mizahla tepki verir olduk. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Gülmek başlangıçta bir direniş hareketi gibi görünüyor ama çok kısa bir süre sonra mizahta yaratılan alaycılık dönüp sahibini vurur hale geliyor. Gezi boyunca yapılan o espriler, o esprili dil bugün muhaliflerin birbirini sosyal medyada dövmek için kullandıkları bir söyleme dönüştü. Gülmek, her şeye gülebilmek sağlıksız bir ruh halinin belirtisi ve buna bir son vermek gerekiyor galiba.
Güzel anları sıraladığınız "Başıma Gelen Güzel Şeyler" diye bir yazı var kitapta. Bunlar sayesinde yaşıyorum, diye bitiriyorsunuz yazıyı. Peki tüm bu anları biriktirmek için ne yapıyorsunuz?
Aklımda tutuyorum ve yazıyorum. Herkesin de böyle yapması gerek. Bize dünyanın kötü, hayatın acı olduğunu söyleyip duran günler yaşıyoruz. Oysa hayatın bir kıvamı var ve içindeki güzelliği görmek ve akılda tutmak, kaydetmek bu kıvamı bize hatırlatıyor.
Takvimin hemen her gününe ilikli acıları, utançları var bu ülkenin. Bu acıların ortak paydamız olmaması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Sanırım orayı bile geçtik. Birinin trajedisi, ötekinin komedisi olarak yaşanıyor artık. Eskiden Sivas katliamı için en azından susardı karşı taraf. Şimdi "İyi ki yaktık. Yine olsa yine yakarız" diyebiliyorlar. İçinden geçtiğimiz bu sürecin, utancın toptan yitimiyle ilgili olduğunu düşünüyorum ve bunun içinde yaşadığımız ekonomik ve politik sistemle bağı var. Utanç duygusunu hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır diye düşünüyorum.
"İnsanların giderek çoğalan utanmazlığı beni şaşırtıyor"
"Türkiye'de yaşayınca dünyada yaşamıyorsun" diyorsunuz. Sonu nereye varacak bunun?
Muz Sesleri'ni yazdığım zaman "Türkiye bir gün Beyrut olacak" demiştim. Türkiye Beyrut oldu. Beyrut'ta yaşayınca da dünyanın bir parçası gibi hissetmezsin. Orta Doğu'nun bir büyüsü vardır. Hiçbir şey yapmasan bile başına çok şey geldiğini hissederek yaşarsın, çünkü etrafında durmadan bir şey olur.
Türkiye de böyle şimdi. Kore'de, ABD senatosunda, İngiltere ve İrlanda arasında olup bitenlere bakacak zamanı yok insanların; çünkü her gün yepyeni bir Türkiye hadisesi zamanı çalıp duruyor. Türkiye'den başka bir şeye insanın anlayacak, konuşacak yeri kalmıyorsa nerede yaşıyorsun? Dünyada mı gerçekten?
Olan biten şeyleri çok çabuk kabullenir olduk. Gezi'nin üzerinden sanki asırlar geçmiş gibi. Neden şaşırmıyoruz/şaşıramıyoruz artık bir şeylere?
Şaşırmak naifliğin işareti sayılıyor. Oysa bu tavrımızın politik deliliği normalleştirmeye hizmet ettiğini de gözden kaçırmamak gerek. Ben şaşırıyorum ve umarım da şaşırmaya devam ederim. Bilhassa insanların giderek çoğalan utanmazlığı beni şaşırtıyor. Buna şaşırmaz hale gelmemeyi diliyorum hepimiz adına.
Peki, tüm bunlar, tüm bu gürültü, bu kötülük zamanları geçip gittiğinde, o kısacık zamanda kendimizi ve birbirimizi nasıl affedeceğiz? Affedebilecek miyiz?
Ben en çok bunu merak ediyorum. "Hayat devam ediyor" cümlesinden daha çok nefret ettiğim bir cümle yok. "Bi' dakka!" diye bağırmak geliyor içimden, "Nereye devam ediyor! Devam ettiği filan yok!" Ama hayat maalesef devam ediyor ve insanlık tarihi yargılanmamış suçlarla dolu. O saçma sapan pahalı gözlüklü, kasıntı ekran bilgiçlerini; köşelerde dudaklarını büze büze yalıları için para kazanmak adına öldürülmüş çocukları terörist ilan eden hanımkızlarımızı ben de sorguya çekmek istiyorum bu zaman geçince. "Söyle bakalım canım" demek istiyorum, "Dök bakalım günahlarını. Af dile bizden!" Sanırım af dileyenleri affetmek lazım, af dilemeyenleri değil. Yine de. Çok suç var, biliyorsunuz.
80 Darbesi öncesini anlattığınız Devir'deki iki çocuk, Ali ve Ayşe, tüm o yıllardan geçse bugün geldiğimiz yerle ilgili ne derlerdi?
Çok öfkeli olurlardı ama hayatı da bildikleri için "Bu da geçecek" derlerdi. Ben de öyle demeye çalışıyorum. (İD)