İslam ülkelerinde Kurban Bayramı yılda bir kere eda edilirken, insanlar her gün birbirlerinin kanını akıtıyorlar. Uzun yıllar yoğun acıların yaşandığı bu coğrafyada Suriye üzerine yazmanın, Kurban Bayramı günlerine daha bir uygun düşeceğini sanıyorum.
Suriye; kanın, acının, gözyaşının, korkunun ve umutsuzluğun ülkesi. Dört yıldır devam eden ve daha ne kadar süreceği belli olmayan iç savaşın korkunç bilançosu; 300 bine yakın ölüm, belki bu sayıdan daha fazla yaralanma, milyonlarca insanın yerini yurdunu terk ederek göç yollarına düşüşü…
Suriye’deki olanlara dair ne söylense azdır; çünkü ülkeyi kuşatan ölüm hakikatinin yanında söze fazla söz düşmez!
Suriye üzerinde herkesin bir çıkarı var ama bir tek Suriye halkının çıkarı yok!
Suriye’nin siyasi alanında her türlü siyaset çatışması yaşanırken, orada bir tek demokratik siyasete yer yok!
Esad iktidarı diktatör, tamam!
Esad karşıtı muhalefeti silahlandıran, paraya boğan, eğiten, donatan, militan temininde kolaylık sağlayan ülkeler kimler? Başta Suudi Arabistan, Katar, Türkiye!
Suriye’ye Arap Baharı (Kuzu postuna bürünmüş kurtların ele geçirdiği hareket) rüzgârıyla demokrasi gelsin, diktatör Esad gitsin diyenlere bakar mısınız? Suudi Arabistan ve Katar’da krallık var! Işıktan korkan vampirler gibi demokrasiden korkan arkaik krallıklar, demek Suriye’ye demokrasi gelsin diyorlar öyle mi? Arkaik diyorum, çünkü bu krallıkların dayandıkları iktisadi temel salt petrol kuyularıyla sınırlı. Petrodolar sahiplerinin bunaklığa varan tüketim çılgınlıklarıyla ne üretimin ne de aristokratik kültürün alakası yok. “Ulusların Düşüşü” kitabında bu krallıkların kofluğunun altı çizilerek salt doğal kaynağa dayanan zenginliğin doğal kaynak bitince fakirliğe dönüşeceği gerçeği güçlü bir şekilde anlatılmaktadır.
Türkiye’deki iktidarın bizatihi kendisi demokratikleşmenin önünde bir takoz olmuşken ve hatta mevcuttaki ağır aksak demokrasiyi daha bir sakatlarken, Suriye’ye demokrasinin gelmesini istiyor öyle mi?
Suriye halkı hariç, bu işte dahli olan herkesin kendine göre bir çıkarı var dedik. Bu çıkar ilişki ve çatışmaları içerisinde kaba hatlarıyla Türkiye’nin durumuna bakacak olursak Türkiye, Suriye politikasında en gözü dönmüş, kendine en çok güvenen ve istedikleri sonuca en kısa zamanda varacaklarına inanacak kadar dar görüşlü olan ülkedir. AKP iktidarı, ideolojisindeki İslamcılığın güçlü etkisiyle Ortadoğu’daki gelişmeleri bir Osmanlı ve İslam üzerinden okumaya soyunmuş, soyunduğu gibi de ayazda kalmıştır. Şam Emevi Camii’nde bir haftaya kalmaz namaz kılacağız diyecek kadar üstenci ve işgalci bir dille Suriye’yi bir iç politika olayı gibi ele alan AKP iktidarı, Türkiye’yi yalnızlığa sürükledi. Ve AKP, iktidar gücünü Ortadoğu’daki İslamcılık üzerinden de teçhiz etmenin sevdasıyla Türkiye’yi duvara toslattı.
Muktedirin parçalanan dili!
ABD Dış İşleri Bakanı John Kerry “Biz müzakere etmeye hazırız. Esad müzakereye hazır mı? Gerçekten hazır mı? Rusya, onu masaya getirmeye hazır mı?” diyor!
Esad’ı daha baştan müzakeresiz düşürmeyi hedefleyenler, bugün müzakere masasına davet etme noktasına geldiler. Nereden nereye! Bu noktaya genel olarak şu beş nedenle gelindi: 1) Suriye muhalefeti istenilen sonucu vermedi ve bundan sonra da vermesi mümkün değil. 2) IŞİD gibi bir bela ortaya çıktı. 3) Esad tahmin edilenden çok daha çetin ceviz çıktı. 4) Rusya, yalnızca silah değil, asker desteği de vermeye başladı. 5) ABD ile İran arasındaki buzlar erimeye başladı.
Kerry’nin bu açıklaması karşısında Türkiye Dışişleri Bakanı Feridun Sinirlioğlu ise, Esad’ın çözümün bir parçası olamayacağını söyledi.
Daha bir hafta geçmeden Sinirlioğlu’nun bu sinirli cevabının hiçbir kıymeti harbisinin olmadığı açığa çıktı.
Rusya’nın Suriye politikasında attığı son adımlar karşısında İsrail Başbakanı Netanyahu, Filistin Devlet Başkanı Abbas ve Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı Putin’i ziyaret ettiler. Ziyaretlerin asıl konusu Suriye idi.
Ne oldu?
Çok şey oldu!
Putin ile görüşmenin arkasından Erdoğan, ““Esed’siz bu sürecin olması veya geçiş sürecinde belki Esed ile gidilme gibi bir şey olabilir ama asıl olması gereken muhalefetin, bir defa Esed’le zaten bir Suriye geleceğini kimse görmüyor.” dedi. Açıklamadaki cümle bozukluğunun ve hatta cümleler arası bağlantısızlığın nedeni muktedirin daha büyük muktedirler karşısındaki parçalanan dilidir! Ayrıca Dışişleri Bakanı Sinirlioğlu, ters köşeye yatırılarak formel bir bakan olduğu (kaldı ki, hükümet formel halde) bir kez daha ortaya çıktı.
Erdoğan’ın Putin ile yaptığı görüşme bize iç politikadaki şirretlik ve keyfiliklerin dış politikada pek sökmediğini gösteriyor.
En son Merkel’in de Esad’ı görüşmenin bir tarafı olarak görmesi, Suriye için yeni politik planların devreye konulduğunu gösteriyor.
Buraya nereden geldik?
AKP iktidarı, dış politikayı iç politikasının kuyruğuna taktığı için Türkiye’nin dış politikası hem elastikiyetten yoksun oldu hem de Müslüman Kardeşler siyasetinin hükmüne giren bir araç haline getirildi.
Türkiye’nin dış politikası geçmişte de pek matah değildi ama AKP iktidarıyla büyük ölçüde rasyonalitesini yitirdi! Suriye’deki PYD’ye kafayı kilitleyen AKP, ormanı göremiyor! Beyaz Saray, IŞİD’e karşı PYD ile askeri işbirliği yaparken bizim Kaçaksarayın sinirleri harap oluyor.
Suriyeli göçmenler
Ölüm korkusuyla yerlerinden yurtlarından edilen milyonlar. Bir dala tutunabilmek için aç, susuz, yalın yapıldak ölümleri pahasına geleceği belirsiz yollara düşenler. Kaçakçıların, fırsatçıların ellerinde soyulanlar, denizlerde boğulanlar.
Kanayan insanlık!
Kimin umurunda?
Göçmen dalgasının karşısında Avrupa’nın nutku tutuldu. Almanya Schengen’i iptal etmekten dem vuruyor. Bu nasıl bir birliktir ki, bir-iki milyon göçmen karşısında çatırdıyor?
Bir ülke yanarken, gerçekte yanan bir ülkeden daha fazlası oluyor.
Suriye’deki yangına petrol kuyularını bağlayarak Suriye halkının daha fazla ölümüne sebep olan Katar ve Suudi Arabistan, petrodolarlarının küçük bir kısmıyla pekâlâ milyonlarca göçmenin insanca barınabileceği göçmen kampları kurabilecekken veya Suriyeli göçmenlere maddi destek sağlayabilecekken parmaklarını kıpırdatmıyorlar.
Göçmen madalyonunun diğer yüzü ise, neden Müslüman göçmenler Müslüman ülkelere değil de, batılı Hıristiyan ülkelere gidiyorlar?
Hani huzur İslam’daydı?
Hayat, yalanı ve hamaseti işte böyle tarumar eder!
Batılı ülkelerin kapısını zorlayan göçmenler tam olmasa da büyük ölçüde ekmeğe, işe, aşa, güvenli, huzurlu ve özgür bir yaşama bu ülkelerde sahip olacaklarını biliyorlar.
Biliyorlar bilmesine de, hem Batı’ya sığınıyorlar hem de Batı’ya (eleştirel bakış ayrı) küfrediyorlar. İşte bu çifte standartlılık (ahlaki anlamda riyakârlık) zihniyetin siyasal dincilik tarafından bir bataklığa dönüşümünü gösteriyor.
İslam coğrafyası, kan ve gözyaşının en çok aktığı yerler. Huzursuzluğun, mutsuzluğun, korkunun, güvensizliğin ve açlığın coğrafyasının İslam devletlerinin bulunduğu yerlerde olması bir rastlantı mı?
Hayır!
Acı olan şudur ki, İslam dünyasının entelektüelleri/aydınları bu durumu temel bir sorun olarak görmüyorlar veya bu soruna doğrudan cevap aramıyorlar. En iyi verdikleri cevap, İslam dünyasını bugünkü hale sokan Batı sömürgeciliğidir, Haçlı Seferleridir vs. diyerek suçu başkasında arıyorlar. Evindeki pisliği halının altına süpürerek gizlemek evde daha büyük pisliğe yol açıyor ki, İslam dünyasının hali tam da budur.
Bu zulmün kaynağı iktidarlar ve onların siyasal İslamcı ideolojileridir!
En büyük riyakârlar Esad’a diktatör deyip de Suud, Katar, Kuveyt gibi krallıkların kuyrukçuluğunu yapanlardır. Dolara tapanlar, İslamcı kılıfların altında gemilerini yürütüyorlar! Böyle bir İslam dünyasından huzur beklemek, Godo’yu beklemekten daha umutsuz bir durumdur!
İslam’ı beşeri siyasetin aracı yapanlar, göçmenlerin neden İslam ülkelerine değil de, batılı Hıristiyan ülkelere gittiklerinin cevabını vermekle mükelleftirler. Bu Müslümanları ‘gâvur’ ellere muhtaç edenler kimlerdir?
İslam dinini beşeri hayatın bir manivelası gibi kullanan iktidarlar, bu dini, kendi inanlarını birbirine düşmanlaştıran, çatıştıran bir anlayışa dönüştürdüler. Müslümanların zihin dünyası çölleşmeye devam ediyor.
Bir vahaya muhtaç hale geldik! (HŞ/YY)