Kültürel birikim ve tarihsel miras bakımından insanlığa katkısı tartışılmaz olan Diyarbakır’da “Kamu düzeni” bahanesinin altından “kamu yıkımı” projesi çıkıverdi. Yüz yirmi günü geçen Sur’da abluka süreci boyunca birçok tarihi mekânın zarar gördüğü haberleri yapılıyor.
Bu bağlamda 124 anıtsal ve 410 adet tescilli sivil mimarinin bulunduğu Sur’da; Surp Giragos Ermeni Kilisesi, Dört Ayaklı Minare, Kurşunlu Camii, Mar Petyun Keldani, Süryani Kadim Meryem Ana Kilisesi ve Katolik Kilisesi gibi inanç merkezleri yıkımdan etkilenen tarihi mekanlardan birkaçı. Dolayısıyla Sur, kültürel bir hazinedir. Çünkü Temmuz 2015’te UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesi’ne dahil edilen Diyarbakır Surları ve Hevsel Bahçeleri için Suriçi aynı zamanda tampon bölge olarak belirlenmiştir.
Yani Diyarbakır’da Kürtler açısından bir kültürel mirastan bahsedilecekse bunu adı Sur’dur. Dolayısıyla Sur’un kimliğine yapılacak her saldırı aynı zamanda Diyarbakır’ın kimliğine bir saldırıdır. Çünkü her ne kadar insanlığın teknik açıdan gelişimi beraberinde doğal kentsel dönüşümleri getirmişse de bunun neoliberal serbest piyasacı bir anlayışla, özellikle yoksul bölgelere doğrudan müdahale ile yapılmasının vermek istediği mesaj farklıdır. Bu bakımdan Sur, yıllardır AKP’nin neoliberal sermayedarlarının ilgisini çeken bir mekandı. Sermayenin kâr endeksli yaklaşımının yanında devlet de buradaki sıkı sosyo-kültürel bağları kopararak toplumsal dayanışmayı yok etmeyi amaçlamaktadır. Bu konuda tarihsel hafıza ve kültürel miras gibi kaygıları olmayan siyasal iktidar, inşaat işlerinde marifetli olduğunu da saklamamaktadır.
Sur’u kamulaştırmanın amacı
Bilindiği üzere, Sur’da operasyon ve ablukalara genellikle TOKİ ve Toledo benzetmeleriyle Hükümet tarafından işleniyordu. Hatta Star gazetesi daha 22 Aralık 2015’te “TOKİ Göreve” manşetini atarak esası beyan ediyordu. Dolayısıyla Sur’a yönelik nihai amacın mekanın tahribatı üzerinden kültürel ve tarihsel kimliğin zayıflatılması olduğu görülüyor. Bu bağlamda AKP, 25 Mart 2016 tarihli Resmi Gazete’de, 2016/8659 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Sur’da kentsel dönüşümün yasal zeminini de oluşturdu. Bunun için ne Sur’da yaşayan halkın rızası gözetildi ne de kentte yaşayan STK’ların görüşü alındı. Bu kapsamda yaklaşık olarak Sur’un yüzde 82’lik bölümü acil bir kamulaştırmaya tabi tutuluyor. Kamulaştırma kararının ardından Zan Vakfı tarafından yayınlanan “Sur’da Yıkımın İki Yüzü: Kentsel Dönüşüm ve Abluka” raporu meselenin siyasi, sosyal ve askeri yönüne dair dikkat çekici detaylar sunuyor.
Özellikle raporda geçen “Dolayısıyla HES projelerinin ‘güvenlik’ saiklerinden bağımsız düşünülememesi gibi, Diyarbakır’da gerçekleşen yıkım, yerinden etme ve mülksüzleştirme de kentsel dönüşüm politikalarından azade ele alınmamalıdır. Böylece TOKİ'nin Sur'u yeniden yapılandırmasının, yani yoksulları yerinden edip orta-üst sınıfların bu bölgeye yerleştirilmesi girişiminin, bir yandan kent rantı yaratarak bunu sermaye gruplarına aktarmayı hedeflediği, diğer yandan Sur’daki yoksul sınıfların toplumsal dayanışmasını ve siyasal örgütlülüğünü ortadan kaldırmayı amaçladığı ileri sürülebilir.” tespiti önemlidir. Dolayısıyla geçmişte “Gerillaların geçiş yollarının kapatılması” amacıyla “Güvenlik barajları”nın gündeme gelmesine benzer şekilde bu sefer de TOMA, Kirpi ve Akrep gibi zırhlı araçların giremediği tarihi dar sokakların genişletilmesi düşünülmektedir.
Sur’da kentsel dönüşümün geçmişi
Sur’daki abluka ve çatışmaların “kentsel dönüşüm” ile birlikte ele alınmasının nedenini anlamak için 5-6 yıl geriye gitmek yeterlidir. Zan Vakfı’nın raporunda da 2009 yılında hayata geçirilen kentsel dönüşüm çalışmaları ele alınıp bugünkü tartışmalarla karşılaştırmalar yapılmaktadır. 2009 yılında birkaç mahallede faaliyete geçen kentsel dönüşüm kapsamında Surluların bir kısmı, Kayapınar’ın Çölgüzeli mahallesindeki TOKİ konutlarına yerleştiriliyor. Tabii bazı mahallelerde Surluların evlerini terk etmeyi reddetmesi sonucu 2012 yılında Sur projesi durduruluyor. İşte tam da burada birçok Kürt, bugün devreye konan Sur projesinin 2009 Sur projesinin bir devamı olup olmadığını sorguluyor.
Burada 2009’daki kentsel dönüşüm projesinin de bugün Sur’da yapılmak istenenin de güvenlik eksenli olduğu ortadadır. Zan Vakfı’nın raporunda 2009 Sur projesi öncesinde Diyarbakır Valiliği ve TOKİ yönetimi tarafından düzenlenen toplantıya katılan kent plancısı görüşmecinin şu ifadeleri gayet net: “Valilik ve TOKİ’nin bize yolladığı mektupların (toplantı davetiyesi) her biri kişiye özel mektuplardı. Ben merak ettim mektuplar aynı mı diye; toplantıda yanımda oturan birinin mektubuna baktım. Devletin yolladığı belgede TOKİ’nin amaçları arasında açık bir şekilde 'Gecekondularda bir araya gelen Kürtleri dağıtmak, doğru bir eğitimle onları değiştirmek' maddesi vardı. Bana yollanmış mektupta böyle bir madde yoktu mesela.”
Sur’da kültürel doku
Diyarbakır’ın tarihsel hafızasını, kültürel mirasını ve ulusal varlığını temsil eden Sur, sosyo-kültürel dokusu ve mimari yapısıyla özgün bir mekandır. Böyle yerlerde yazın damda uyumak, kapı önlerinde oturup sohbet etmek, az bütçeyle aileyi geçindirmek, dolmalık biber kurutmak gibi işleri imece ile yapmak gibi alışkanlıklar ve sıkı komşuluk ilişkileri yüz yıllardır süregelmektedir. Evler yan yana dizilir, damdan dama geçişler vardır. Pencereler karşılıklıdır, böylece tüm mahalleli birbirini tanır. Bir de bu insanların birbirini göremeyeceği, evlerin üst üste olduğu, göz temasının ve kaynaşmanın olmadığı pasta kutusu şeklindeki TOKİ konutlarına yerleştirildiğini düşünün! Dolayısıyla Surluların mekanlarından koparılması, tüm ritüellerinin ve geleneklerinin yok edilmesi anlamına gelecektir. Bırakın Surluların başka bir yere taşınmasını, onların sokaklarına ve evlerine yapılacak her müdahale tarihsel alışkanları da bitirecektir.
Zan Vakfı’nın raporunda 2009 yılındaki Sur sürecinde TOKİ konutlarına yerleştirilenlere ilişkin yapılan saha çalışması konuya açıklık getirmektedir. Yapılan anket çalışmasına katılanların yüzde 69.86’sı kentsel dönüşümden “hiç memnun olmadığını”, yüzde 12.77’si ise “memnun olmadığını” belirtmiştir. Memnuniyetsizliğini ifade edenlerin oranı toplamda yüzde 82.63’tür. Raporda görüşleri alınan bir vatandaşın “Yani biz yerimizden çıktığımız için pişmanız. Yerim güzeldi; orada doğdum orada büyüdüm. İstemiyordum çıkmayı yani. Hepsi tanıdıklarımdı, akrabalarımdı... Hastalandığımda, bir şey olduğunda hepsi yanıma geliyordu. Birbirimize gidip geliyorduk. Şimdi ölsek kimsenin haberi olmayacak, kimse kapıyı açmayacak. Buradakilerin hepsi yabancı. Camlarıma, balkonuma demir yaptım ne olur olmaz diye. Yalnız olduğum için korkuyorum. Orada [Sur’da] korkmuyordum; hepsi tanıdıktı, akrabalarımdı o yüzden korkmuyordum. Bütün kapılar açıktı” şeklindeki ifadeleri durumu özetlemektedir.
Tek yol barıştır
Sonuç olarak geçmişte devreye konulan iskan kanunları ve zorunlu göç uygulamaları, bugün baş edilemeyen sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Özellikle 1990’lı yıllarda uygulamaya konulan köy yakma ve boşaltma süreçleri, sorunları içinden çıkılmaz hale getirmiştir. Bugün sırf güvenlik amacıyla devreye konulacak her uygulama beraberinde sosyo-kültürel yıkıma neden olabileceği gibi siyasi ve sınıfsal çelişkiler bağlamında çatışmalara da neden olabilir. Özellikle çatışmalı süreçle birlikte yüz binlerce Kürt’ün yerinden yurdundan edildiği bir dönemde AKP’nin AB ile yaptığı mülteci pazarlığı bile bir tedirginlik konusudur. Çünkü Suriye krizinin son bulması için barışçıl bir politika izlemek yerine sürdürülen mülteci pazarlığı sonucunda Kürtlerden boşalan yerlere mültecilerin yerleştirilmesi olasılığı bulunmaktadır. Bu tür adımların ülkenin yararına olmayacağını sanırım AKP herkesten daha iyi bilmektedir. Bu sebeple de tüm Türkiye halkları olarak çözümün ve barışın imkanlarını zorlamaktan başka şansımız yoktur. (İG/HK)
* Raporun tamamını okumak tıklayın.