İnsanın ‘savaş’ı / Dillerin ‘barış’ı

Charles Dickens “…Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi. Hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı. Hem her şeyimiz vardı, hem de hiçbir şeyimiz yoktu. Hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…” sözleriyle başlıyordu İki Şehrin Hikâyesi’ne… Çünkü roman, bir çağ hikayesidir; yaşananlar, Fransız Devriminin öncesi ve sonrasıdır. Öyle ki esaretin özgürlükle kırıldığı; fakat barışın nefretle sınandığı, yaşam ile ölüm arasında ince bir çizginin hüküm sürdüğü bir dönemdir… Böylesi dönemlerde marifet ve ferasetle ışığın kapısını açmak da mümkün, hırs ve gücün yarınları egolarla mühürlemesi de…
Charles Dickens’in tarihi romanına başlarken yazdığı sözlerin, gelecekte bir gün Ortadoğu’ya bakıp bugünleri yazmak isteyen bir meçhul yazara da ilham olması pek muhtemel olsa gerek. Bir tarafta insanlığın Mars’a yolculuğu tartıştığı, yapay zekayla sınırları zorladığı bir çağdayız ama diğer taraftan savaşların boyut değiştirerek sürdüğü, insanlık onurunun ırkçı ve mezhepçi anlayışla örselendiği ve doğanın dahi bir tükenişe sürüklendiği bir çağın içindeyiz… Ve en çok da Afrika ve Ortadoğu halklarının medeni ve modern dünyanın gözleri önünde açlık ve ölümle sınandığı bir asrın tanığıyız, hatta mağduruyuz.
Ebedi bir barış mümkün mü?
Savaşların sürdüğü ve/ya yeni çatışmaların bir kıvılcım beklediği bir dönemde barış savunusu, ahlaki bir ödevdir, kutsal bir görevdir. İnsanlık da Kabil’den beridir ki ebedi bir barışın arayışı içinde olagelmiştir. Kutsal metinlerden Antik Yunan’a, Ortaçağ Avrupası’ndan bugünlere barış hakkında birçok söz edilmiştir, yazılar yazılmıştır. Kimi filozoflar yaşadıkları kıta Avrupa’sı için, kimileri de kendi ülkeleri içinde bir kalıcı barışın nasıl mümkün olabileceğini tartışmışlardır. Ama Immanuel Kant ilk defa tüm insanlık için bir ebedi barışın mümkün olup olmayacağı üzerine düşünmüştür. Bunu gerekli kılan nokta, her barışın aslında barış olamayabileceği; daha korkunç bir savaş için bir “mola” olabileceğine yönelik kaygılardır.
Özellikle devlet arası barış antlaşmaları, çoğu zaman bildiğimiz anlamıyla bir barış değildir. Çünkü barışın bir erdem olarak inşa edilmesinden ziyade teknik bir zorunluluğun sonucu olabilmektedir. Bu sebeple Kant, Ebedî Barış Üzerine Felsefi Bir Tasarı adlı eserinde tarafların barış sözleşmesi yaparken açıkça ifade etmedikleri art niyetlerine dikkat çekmek için ilk şart olarak yapılacak bir antlaşmanın gelecekte savaşa neden olabilecek gizli bir madde içermemesi gerektiğini belirtir. Kalıcı bir barışın nihai maddelerini açıkladığı bölümde ise Kant, düşmanlığın tekrar yeşermemesi için barışın inşa edilmesi gerektiğinden bahseder. Kant’a göre güvenli bir durumun sağlanması için hukuki bir düzenin sağlanması gerekmektedir.
Pozitif barış halinin inşası
Barışın insan aklının hukuksal talebi olarak kabul edilmesi, insan vicdanının ahlaki bir parçası olarak görülmesi kolay bir iş değil. Bu sebeple “barış hakkı” temel insan hakları metinlerinin içinde yer alırken bugün “onurlu barış” ifadesi toplumsal bir talebin dışavurumudur. Dolayısıyla devlet erki ile halkların anladığı “barış” her zaman aynı olmaz. Bu noktada Johan Galtung’un barışa dair teorik tespitleri ufuk açıcı niteliktedir. Çünkü Galtung, süreçleri “negatif barış” ve “pozitif barış” olarak ikiye ayırır. Ona göre "negatif barış", savaşın sadece fiili olarak yokluğunu ifade eder, ama kalıcı bir çatışmasızlığı garanti etmez. Buna karşın "pozitif barış" daha geneldir, tüm savaş unsurlarının ortadan kaldırıldığı bir durumu anlatır.
Pozitif barış, Kant’ın da arzuladığı bir barış inşasıdır. Çünkü onun deyimiyle, savaşın sona ermesi kafi gelmez; eşit ve adil bir uzlaşmanın, dayanışma kültürünü yaratan bir işbirliğinin ve karşılıklı bir anlayışın sağlanması gerekiyor. Dolayısıyla barış süreçlerini kalıcılaştırmak için siyasi ve hukuki tedbirlere başvurulması ilk akla gelen adımlardır. Bunun yanında nefret söyleminin ayıplanarak dışlanması, örtülü bir anlam taşıyan bir dilin kullanılmaması ve kötü bir niyeti çağrıştıracak üslubun terk edilmesi elzemdir. Bunun yolu da atılan ve atılacak adımların lütuf/minnet ve galip/mağlup ikilemine hapsedilmemesinden geçmektedir. Çünkü barış bir haktır, hakkın geldiği yer ise vazgeçilmez insani, vicdani ve hukuki gereklerdir.
Dillerin barış yükü
Barışı ararken dillerin ve dinlerin zorlayıcı ayrılıklar oluşturması mümkün. Ama “barış” öyle bir kelime ki birçok dilde özel ve özgün bir anlama sahiptir. Çünkü “barış”ın dilbilimsel sergüzeşti tamamen insanlığın ideal bir yaşam arayışıyla başattır. Hangi dile bakılırsa bakılsın, “barış”ın o dilin en ilgi çekici kelimesi olması da muhtemeldir. Hatta bazı dillerde “barış” sözcüğü, kalıcı ve onurlu bir barışın şifrelerini de sunacak mahiyettedir.
Bugün Kürtçede (Kurmancî) “aştî” olarak ifade edilen “barış”, süregelen bir huzursuzluğu ortadan kaldırmayı ifade eden bir isimdir. Öyle ki acı çeken, huzursuz bırakılmış bir çocuğu bundan kurtarmanın adı; “aşkirin” olarak ortaya çıkar. Japoncada ise barış anlamındaki “heiwa” isim olarak kullanılmaz, sınırları çizilmemiş birçok durumu tasvir eden bir sıfattır. Buna karşın savaş anlamındaki “sensoo” sözcüğü somut ve belirli bir varlığı anlatan bir isimdir. Japon arkadaşıma bu ikiliğin sebebini sorduğumda yaptığı açıklamayı pek sevmiştim. Çünkü Japonlar için sensoo / savaş sözcüğü, coğrafi ve zamansal açıdan sınırlı olayları tanımlıyor. Bir diğer deyişle, Japonlar için savaş sonsuz olmamalı, savaşın bir sonu olmalı.
Eşsiz bir Uyum: “Lihevhatin”
Kürtçede “aştî”, somut ve belirli bir olguyu anlatsa da “lihevhatin” sözcüğü, üzerinde tartışmaya değer bir sözcüktür. Çünkü “lihevhatin”, birbirine yaklaşmayı ve uzlaşmayı ifade eder, karşılıklılık vardır, işteşlik taşır. Buna göre “aştî” daha uzun süreli bir olguya işaret ederken “lihevhatin” durumunda her şey daha aksiyon odaklıdır. Bu haliyle “lihevhatin” geniş bir anlam taşır, “barış yolunda olma” halini ifade eder. Çünkü eylemseldir, çok boyutlu bir hareketi ifade eder. Öyle ki bir elbisenin kişiye tamamen uyması ve yakışması halini ifade ederken de “li wî/wê hat” deriz veya bir araya getirilmiş nesnelerin uyumunu anlatırken “lihevhat” ifadesine başvururuz. Dolayısıyla barış adeta bir libas gibi halklara yakıştığı anda “lihevhatin” sözcüğü bu eşsiz güzelliği ve kusursuz uyumu anlatan müstesna bir sözcük oluverir.
Türkçenin anlattığı “Barış”
Elbette Türkçenin de en güzel kelimesi “barış” olsa gerek. Bugün her ne kadar dar anlamıyla kullanılsa da “barış” sözcüğünün etimolojisi dikkate değerdir. Özellikle de Türkiye’de bir selam / tokalaşma ile başlayan süreçleri düşündüğümüzde “barış”ın arkeolojisi daha da gerekli olmaktadır. Bunu ilk olarak, yıllar önce Prof. Dr. Mustafa Öner’in “Barış-/Barış Sözü Hakkında” makalesini okuduğumda anlamıştım. Aslında makale 1994 yılında yazılmış, yani ülkenin barışa en ihtiyaç duyduğu zor yıllarında. Ne yazık ki “barış” o yıllarda anlaşılmadı; üzerinden 31 yıl geçtikten sonra bugün de anlaşılıp anlaşılmayacağı kesin değil. Prof. Öner makalesinde eski Türkçede ve diğer lehçelerde “barış-/barış” sözcüğünün kullanış biçimlerine odaklanıyor. Burada “barış-“ sözcüğünün, yaygın bir biçimde “karşılıklı olarak gidip gelmek” anlamında kullanıldığını anlıyoruz. Birçok lehçede de “birlikte gitmek” ve “birbirine doğru gidip gelmek” olarak geçtiğini de makaleden okuyoruz.
Avusturyalı Türkolog Andreas Tietze de “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı” adlı eserinde “barışmak” şeklinin “Bar-“ kökünden işteşlik ekiyle oluştuğunu ve “birbirine gitmek” anlamına geldiğini belirtiyor. Dilde barış çalışmalarına da odaklanan dilbilimci Necmiye Alpay da “barış” sözcüğünü değerlendirirken harika bir açıklama getirir. Ona göre “barış” sözcüğü, “birbirinin gerçekliğine varmayı” ifade eder. Çünkü gidip gelmenin koşulu, birbirini olduğu gibi kabullenmeye ve buna saygı duymayı gerektirir.
Geldiğimiz süreçte barışı her türlü politik hesabın üzerinde tutarak büyütmenin gerekliliği ortada. Bunu yaparken nasıl bir barış tahayyül ettiğimizi ortaya koyabilmek, kalıcı bir barışın esaslarını belirlemek için katılımcı bir sürecin işletilmesi kaçınılmazdır. Bugün Kürt sorununda çözüme/barışa giderken bunun demokratik değerlerinin, hukuki dayanaklarının ve özgürlük esaslarının ıskalanamayacağı da herkesin malumu. Bu yolda ilerlerken kullanılan dilin tehditten arındırılması ve nefret söyleminden uzak tutulması ile güven iklimi tesis edilebilir. Çünkü bir selamla başlayan günlerin gidişatına yön verecek en önemli şeylerden bir tanesi de sözcüklerdir.
(İG/RT)
İBRAHİM GENÇ YAZDI
Covid-19 mücadelesinde Tayvan örneği

COVID19: Model Ülke Japonya mı?

İBRAHİM GENÇ YAZDI
Koronavirüs: Singapur Savaşı Kazandı mı?

İBRAHİM GENÇ YAZDI
Kürt Dili Aynasından Bakınca

İBRAHİM GENÇ'İN İZLENİMLERİ
Kars’ta Seçmenin İnce Seçim Stratejisi
