"Bugünün cehenneminde boğulmuş olanlar,
dünün cehennemiyle ilgili derin ve zor hikayelere
her daim kulaklarını tıkarlar…"
Oldum olası bayramlarla da, taziyelerle de başım hiç "hoş" değil. Bu "nahoşluk" bayramların ya da taziyelerin kurumsal olarak bizatihi kendileriyle ilintili değil. Oralarda insanların vitrine yansıttıkları görüntüleriyle alakalı bir nahoşluk durumu benimkisi!
Erken yaşta kalbi dayanamayıp öte yakaya göç eden bir hemşehrinin taziyesinin devamı niteliğindeki, bine yakın katılımcısının olduğu kırk mevlidindeydim. Mevlidin sonuna doğru mevlidi okuyan hocalardan biri "Bu duaya siz de amin deyin" kabilinden, amin denilecek istekleri sıraladı. Satır arasında bir ifade dikkatimi çekiverdi. "Soyu kıtale uğramış hemşehrilerimiz için de bu duayı kabul et ya rab…" Duyunca bu sözü, işte, dedim yanımdaki arkadaşlara kısık sesle, Diyarbekir farkı budur. Başka yerde böyle bir dileği sanmıyorum ki duyasınız. O gün dilime o dilek pelesenk oldu. Soyu kıtale uğramak! Soyu kıtale uğramışlara dua okumak! Soyu kıtale uğramışlar için bir mevlitte dil dökmek…
İşin doğrusu 15 Aralık itibariyle bir yıl süreyle ülke gündeminde tutulacak "1915'te Osmanlı Ermenilerinin maruz kaldığı Büyük Felaket'e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum"un ilk imzacılarından biri de benim olmam, tam da bu ruh hali içinde olduğum anıma denk geldi.
Eminim bu özür meselesi gündeme geldiğinden bu yana, hatta bu özür metninin altına imza koyan kimileri dahi "tekil" olarak konu konuşulduğunda itiraf etmeseler de akıllarının bir köşesinden muhtemelen geçmiştir; "Ermenileri ben ya da babam, dedem öldürmedi ki! Neden özür dileyeyim?" İşin özü; grup hali, grup teatisi, ya da grup terapisi içinde "toplu özür" ne kadar gerçekçi, ne kadar sahici işin bir başka boyutu. Bana göre aslolan belki de tek başına özürdür. Yani içselleştirerek özür. "Bireysel özür" bana sanki daha sahici gibi geliyor açıkçası. Daha içten ve daha sahici…
Mesele, binlerle, yüz binlerle hatta milyonlarla ifade edilenlerin, yerinden yurdundan edilmesi, dünya yüzünden silinmesi en temel hak olan yaşam haklarının ellerinden alınması değil! Tek bir insan tekinin bile dini, inancı, etnik kimliği nedeniyle bu dar-ı dünyadan öte yakaya göçertilmesine sebep olmaktır aslolan. Tek başına böylesine bir haksızlığa sebep olmak bile haksızlığın dik alası değil mi?
Bırakınız toplum olarak 90 küsur sene evvel yaşanmışlıkla yüzleşmeyi! Bir tek insan hafızasında bile o eski ve yakın, uzak yaşanmışlıklara dair "utanılacak" eylemler varsa ajandamızda hikâyeyi yerinden, yerleştiği yerinden söküp atmak mümkün mü? Bugün ister Ermenilerin telaffuz ettiği gibi medz yeğern (büyük felaket), Süryanilerin telaffuz ettiği gibi Seyfo (kılıç), ya da Kürtlerin dediği gibi tertele (kazıma) kavramlarını kullanalım. Ya da dili her zaman "keskin" olan diasporanın talep ettiği gibi "soykırım" kavramını kullanalım, sonuç değişmez. Ortada kimilerince "eksik yas" diye tabir edilen yarım kalmış bir yas vardır. Aradan bir asır geçmiş olmasına rağmen bir türlü tamamlanamamış bir yas; Büyük Ermeni yası…
Bu yarım kalmış yasla kanımca Türkiye toplumu bu denli alenen Hrant Dink'in ölümüyle bütün çıplaklığıyla yüzleşti. Gazetesinin mekânı olan Sebat apartmanının önünde kurşunlanıp boylu boyunca üzerine örtülü gazete kâğıdı ile yattığında, ayakkabısının dibindeki delikten kurşunu yemişti sanki Hrant. Onun dibi delik ayakkabısı sanki "Aşil'in Topuğuydu". 80 senelik cumhuriyet resmi ideolojisinin tarihi boyunca "sorunları" çözme mantığının zayıf noktası olan topuktan arazının tezahür eden hali pür melaliydi sanki…
"Kurban" için acı olan tarihte kalmış "suçun" bir türlü dile getirilmemesi, adeta işlenmiş "suçun" reddedilmesidir. Sırf bu nedenle de olsa özür dilemek ve bu özrün arkasını takip etmek devletlerin resmi politikalarından azade, sorumlu aydın tavrıdır kanımca. Bu sebeple belki kimileri için yeterince "tatminkar" bulunmayan, kimileri içinse "haince" bir davranış gibi algılanacak olan "özür" bu ülkenin tarihine geçecek kıymette bir duruştur.
Silva Gabudikyan; "Ararat sizin için bir yükseklik, bizim içinse bir derinlik meselesi" diyordu ya! İşte bu ülkenin bilinen Ararat'ının dışındaki, derinlik ve yükselliklerindeki kayıplara ve yitirilmişliklere de derman olabilecek boyutta bir çıkışı olduğuna yürekten inanıyorum bu özrün. Muktedirlerin bir türlü kendine yediremeyip bihakken yüzleşemedikleri sorunlardan sadece birine, önemli birine neşter atma kabilinden resmi iktidarlara ders verecek boyutta bir aydın tavrıdır bu özür aynı zamanda…
Bu sebeple özür dilemenin bir erdem işi olduğuna yürekten inanarak Parev - Merhaba diyorum içinden gelerek özürlerini sunanlara ve imzasını koyanlara… (ŞD/TK)