2000’li yıllara kadar Türkiye’deki siyasi sistem iyi kötü işliyordu; elbette demokratik değildi, elbette şeffaf değildi, çoğulcu da değildi ama önemli ölçüde toplumsal meşruiyeti vardı ve sonuçta iktidarda başarısız olan veya ciddi hatalar yapan gidiyordu.
Bunun son örneği Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidara geldiği 2002 seçimleriydi; ekonomi krize girince Bülent Ecevit’in başında olduğu koalisyon hükümetini oluşturan üç parti de, Demokratik Sol Parti (DSP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) barajın altında kaldı, sonrasında da ilk ikisi silindi gitti.
AKP’nin 15 yıla yaklaşan iktidarından sonra geldiğimiz noktada artık sistem böyle işlemiyor, tıkandı, kilitlendi. Hata yapan, başarısız olan gitmiyor. AKP bunun için hemen her şeyi yaptı, her tedbiri aldı. Her ne olursa olsun, her türlü hata, her türlü yetersizlik ondan sorumlu olanların dışında birilerine, olmazsa “üst akıl” falan gibi yerlere havale ediliyor ve böylece herkes yerinde oturmaya devam ediyor.
Son örnek 19 Aralık’ta Rusya büyükelçisinin öldürülmesidir. Dünya skandallar tarihine geçecek şekilde, bir polis memuru büyükelçiyi öldürdü, bırakın Başbakanı, İçişleri Bakanını, Emniyet Genel Müdürünü, Ankara Emniyet Müdürünü, Çevik Kuvvet Şube Müdürü bile, bir başkomiser bile sorumlu tutulmadı, istifa etmeyi aklından geçirmedi.
15 Temmuz’dan sonra Genelkurmay Başkanı’nın veya MİT Müsteşarı’nın koltuğunda oturmaya devam etmesi gibi… 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra azınlığa düşen AKP hükümetinin devam etmesi gibi…
Liyakat değil sadakat
Büyükelçinin öldürüldüğü günün ertesinde Rusya, İran ve Türkiye tarafından imzalanan Moskova Bildirisi AKP hükümetinin beş yıldır izlediği Suriye politikasına son verdi ve Esad rejimini tanıdığını ilan etti.
Bırakın 15 yılda yapılan başka pek çok hatayı, sadece Suriye politikasındaki bu iflas bile bir hükümetin tası tarağı toplayıp gitmesini gerektirir. Çünkü o Suriye politikasının 3 milyondan çok sığınmacının Türkiye’ye gelmesinden şu anda El Bab önlerinde askerlerin ölmesine kadar yığınla çok ağır, yıkıcı sonuçları var.
Ancak hiç kimse hükümetten bunun hesabını sormuyor, soramıyor. Bu nedenle hükümetin istifasını istemeyi aklından geçirmiyor. Çünkü 14 yılın sonunda bunu yapabilecek siyasi muhalefet ezildi, toplumsal muhalefet dinamikleri darmadağın edildi, medya teslim alındı, teslim olmayanlar içeri atıldı, akademinin cılız sesi tamamen susturuldu vs. vs…
Şimdi böyle kilitlenen, başarısız olanın, hata yapanın gitmediği, liyakat değil sadakat esasına göre varlığını sürdüren bir sistemin günün birinde sert veya güçlü bir itirazla karşılaşıp kırılmasından korkuluyor.
AKP-MHP başkanlık önerisi bu sistemin uzun bir süre ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan sürüp gitmesini güvenceye almak çabasından başka bir şey değildir.
Tarih ne diyor?
Peki, neden bu noktaya geldik? AKP 2001’de kurulurken, 2002’de iktidara geldiğinde böyle bir Türkiye mi vaat etmişti? Hollandalı tarihçi Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi adını taşıyan kitabında 1925’teki Şeyh Sait isyanının bastırılması ve Takrir-i Sükun Kanununun devreye girmesiyle birlikte olanları şöyle yorumluyor:
“Siyasal sahnede tam hakimiyetin sağlanmasıyla Mustafa Kemal ve hükümeti yoğun bir reform programına girişti. Burada II. Meşrutiyet dönemiyle olan ilginç bir koşutluk var. II. Meşrutiyet döneminde anayasayı geri getirme mücadelesi olarak yola çıkmış olan bir hareket (1908’de) iktidara ulaşmış, bu iktidarı başkalarıyla çoğulcu ve nispeten özgür bir ortamda (1913’e kadar) belirli bir süre paylaşmış ve sonunda kendi iktidar tekelini kurmuş ve bu iktidar tekelini (1913- 1918’de) kökten bir laikleştirme ve modernizasyon programını meclisten zorla ve hızla geçirmede kullanmıştı.
"Şimdi de aynı kalıp, bir ulusal egemenlik hareketinin zafere ulaşması (1922’de), çoğulcu bir aşamadan geçmesi (1925’e kadar) ve sonra bir reform programına girişmiş olan otoriter bir yönetim biçimini kurmasıyla kendini tekrarladı. Kemalist dönemin de otoriter milliyetçi aşamaları, azınlık topluluklarının, ilkinde Ermenilerin, ikincisinde Kürtlerin acımasızca bastırılışlarına sahne olmuştu.
"Bu da şu izlenimi uyandırıyor ki, Jön Türk hareketinin bu her iki aşamasında, reform hızı daha yavaştan olan bir demokratik sistemle, kökten önlemler için daha çok olanağa sahip bir otoriter sistem arasında bir tercih durumu olduğunda, sonunda ikinci seçenek galip gelmekteydi, çünkü Jön Türkler için sonuçta önemli olan devletin güçlenmesi ve bekasıydı, demokrasi (veya ‘meşruiyetçilik’ ya da ‘ulusal egemenlik’) bu amaç için bir araçtı, amacın kendisi değildi.”
AKP ve Erdoğan’ın siyasal mücadelesine, “davamız” diyerek kendilerine biçtikleri siyasal/tarihsel misyona bakıldığında Türkiye’nin tarihine damga vurmuş bir Jön Türk zihniyetinin ve politikasının günümüz koşullarında bir tekrarını görmek mümkündür.
Bilindiği gibi AKP ve yandaşları Jön Türklere çok karşı olduklarını iddia ederler, Jön Türk Devrimi’nin devirdiği Sultan Abdülhamit’i yere göğe sığdıramazlar ama işte yine onların ayak izlerinden gidiyorlar. Son yüzyılda, bir modeli veya kalıbı üçüncü defa kullanıma sokuyorlar.
“Devletin bekası”
AKP’nin yaptıklarını İttihatçıların 1908 sonrasında ve Kemalistlerin ise 1925 sonrasında yaptıklarına benzer biçimde, önce demokratik ve nispeten özgür bir ortamda, 2002 - 2007 arasında iktidarı paylaşan, sonra 2008 - 2014 arasında bir tür iktidar tekeli kurmaya yönelen ve bugün artık “parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş” adı altında aslında daha köktenci bir siyasal programı uygulayabilmek için daha çok olanağa sahip bir otoriter sisteme yönelen AKP için de İttihatçılar ve Kemalistler için olduğu gibi sonuçta “devletin güçlenmesi ve bekası” önemlidir. Zaten bu amaç da açık bir şekilde ifade edilmekte ve İstiklal Harbi’ne göndermeler yapılarak yeni bir milli mücadele verilmekte olduğu iddia edilmektedir.
Elbette üç dönem arasında ideolojik yönelim ve toplumsal/kültürel koşullar bakımından ciddi farklar vardır; İttihatçılar dağılmakta olan bir imparatorluğu kurtarmak için 1908 -1913 arasındaki çok partili, demokratik rejime son verdiler ve Enver Paşa’nın daha önde olduğu bir tür Triumvira (Enver, Talat, Cemal Paşalar) yönetimi kurdular; Kemalistler ‘Yeni Türkiye’yi ve cumhuriyeti kurmak amacıyla inkılâplara hız vermek için 1920 - 1925 arasındaki çoğulcu, çok partili düzene son vererek tek partili, tek adama dayanan, otoriter bir rejime geçtiler.
Bugün AKP’nin parlamenter rejime son vererek başkanlık sistemine geçmek üzere attığı adımlar bu tarihsel çizginin ve anlayışın devamıdır. Ama bu kez kurulmakta olan ‘Yeni Türkiye’ Kemalistler tarafından kurulan ve 200 yıldır yüzü Batı’ya dönük olan devletin yüzünü Doğu’ya, en azından Ortadoğu’ya döndüren bir “Türk- İslam Devleti”, bir “Ortadoğu devleti” olacaktır. Bu anlamda rövanşist bir yönelimdir ve köklerini de 12 Eylül 1980 darbesinde bulmak mümkündür.
Türk-İslam devleti
Türk- İslam sentezini temel alan 12 Eylül darbesi 1980’lerin başında Türkiye’yi bu temelde yeniden inşa etmek istedi ama Turgut Özal “inkılâpçı” bir politik lider değildi, daha yavaş, evrimci bir anlayışa sahipti. Yine de Türkiye Özal’ın bu sentezden beslenen ekonomik ve kültürel reformlarıyla belli bir doğrultuya girdi ve Türkiye’nin 2000’lerde başına geçen Erdoğan “inkılâpçı” bir liderdir.
Özellikle de Arap Baharı’nın Tunus, Mısır, Suriye üzerinden Türkiye’ye dayandığına ve bu bağlamda Kürt sorununun kullanıldığına inanan bir “ortak devlet aklı”, esasen AKP-MHP ekseninde şekillenen bir siyasal/bürokratik iktidar bloğu Erdoğan’ın şahsında kendisine uygun bir lider bulduğunu düşünüyor.
Dolayısıyla başkanlık sistemi gerçekleşirse Türk- İslam sentezinin mamulü olacak ve demokrasinin kalıntılarının da dahil olduğu Batılı değerlerin iyice kazındığı yeni bir Türkiye’nin inşa edilmesi için çalışma yoğunlaşacak.
Bu bağlamda Kürt meselesi yine kullanışlı bir enstrüman haline getirilmiş ve sadece AKP-MHP milliyetçiliğini değil, CHP ulusalcılığının etkisi altındaki orta sınıf kitleleri ve “aydınları” da yanına çekmektedir.
15 Temmuz darbesinin bastırılması çoktan bir fırsat haline gelmiş ve “son kuşak Jön Türkler” hızla hedefe doğru ilerlediklerine inanıyorlar. Doğrusu karşılarındaki muhalefet bloğu derlenip toplanmadıkça da hedeflerine ulaşabilirler.
Daha sonra ne olacağı ise birinci (1908 - 1918) ve ikinci (1925 - 1950) denemenin sonuçlarına bakıldığında görülüyor; yani bir süre çok başarılı olduklarını ve yeni Türkiye’yi kurduklarını zannedecekler ama zorla, baskıyla yapılan her iş gibi bunun da aslında toplumun çoğunluğu tarafından benimsenmediği ortaya çıkacak. Demokratik ve çoğulcu bir topluma doğru ilerleme ise nerede, hangi noktada kaldıysa, oradan yoluna devam edecek…
İlkinde trajedi, ikincisinde komedi, üçüncüsünde?
Kurulmaya çalışılan yeni rejime eğer toplumun yarısı veya yarısına yakını itiraz ediyorsa ve ideolojik aygıtlar aracılığıyla onları ikna etmek veya etkisizleştirmek mümkün değilse baskı ve şiddete yönelmekten başka yol yoktur.
Gayet kutsal amaçlarla hareket ettiklerine, gayet haklı olduklarına tereddüt etmeyen yeni rejim savunucuları atılan her adımı onaylayacaktır ta ki kendi içlerine de yönelip, onlara da zarar vermeye başlayıncaya kadar… Ama o noktada artık çok geç olacaktır.
Ancak ne olursa olsun bugünün dünyasında ve Türkiye gibi bir ülkede bu veya buna benzer bir duruma sonsuza kadar sessiz kalınmaz, kalınamaz.
Ayrıca her şeyin 1900’lerin başı veya 1920’lerdeki gibi olacağını düşünmek de doğru değil. Marks, Hegel’in bir önermesinden yola çıkarak tarihte bazı olayların iki defa cereyan ettiğini ama ilkinde trajedi, ikincisinde ise komedi olduğunu söyler.
Üçüncüsünü düşünmemiş; İttihatçıların trajedi olduğu söylenebilir ama Kemalistlerin komedi olduğunu söylemek mümkün değil, bu durumda komedi veya trajikomedi olmak üçüncünün payına düşmesin! (SÖ/HK)