70’li yıllar Türkiye sosyalist hareketinin kendi tarihi içindeki en büyük atılımına sahne olurken her biri on binlerce insanı harekete geçiren, binlerce militanıyla günlük siyasal faaliyetin içinde yer alan çeşitli devrimci örgütlenmeler, “siyasi hareketler” ortaya çıkmıştı.
12 Mart 1971 muhtırasıyla oluşan yarı-askeri rejim sol hareketi, devrimci örgütleri ezmiş ama ortaya konan direniş ve mücadele iradesi de önemli bir siyasi miras, bir anlayış olarak yeni kuşaklara devredilmişti.
Nitekim 70’li yılların ikinci yarısı bu siyasi mirasın hızla toplumsal karşılığını bulduğu bir sosyal ve siyasal güce yol açarken bir devrimci kabarışın, bir sol dalganın yükselmesini de beraberinde getirdi. Böylece solun, sosyalizmin etki alanı ve ilişkiler ağının yaygınlığı bir önceki dönemin çok daha ilerisine giderken dönemin Soğuk Savaş koşullarında çok da dikkat çekiciydi.
Çünkü Türkiye’de varlığına tahammül edilemeyecek bir devrimci/sosyalist potansiyel açığa çıkmış, harekete geçmiş oluyordu. Nitekim bir yandan soldaki aşırı bölünme/ parçalanma belki de sadece iç dinamiklerin etkisiyle, hayatın olağan akışıyla olmuyordu, bugün daha açık görüldüğü üzere solun içine sızmış vatanseverler de az değildi.
Böylece bölünme/parçalanma solun etkisini, daha da güçlenmesini sınırlıyordu. Öte yandan, devletin açık desteğiyle hızla karşısına çıkarılan faşist hareket de bu devrimci potansiyeli dağıtmak, devrimci hareketi sindirmek için çok uğraştı ama başardığı söylenemez.
Dönemin öne çıkan temel mücadelesi anti-faşizm olurken sonuçta solu uzun süreyle sindirmek, gerilere savrulmasını sağlamak görevi 12 Eylül cuntası tarafından yerine getirilecekti.
Bu yıllarda yükselen devrimci/sosyalist hareket yaygınlaşırken ayna zamanda parçalı, bölünmüş yapısı da kalıcılaştı. Pek çok sorunun ve zaafın da kaynağı olan bu durum 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte yeni bir sürece girilmesine rağmen aşılamadı ve sonuçta 12 Mart döneminde olduğu gibi bir “direniş hikâyesi” yazılamayınca, özellikle daha sonrası için böylesi bir mücadele iradesi sergilenemeyince sadece örgütsel değil siyasal bir yenilgiye kadar da gitti.
Daha sonra Berlin Duvarı’nın çöküşünde ifadesini bulan sosyalizmin bir tarihsel döneminin sona erişi bu örgütsel ve siyasal yenilginin ideolojik bir yenilgi olarak da algılanma zeminini yaratacak ve sosyalist hareketin yeniden bir “toplumsal hareket” olarak gücünü bulması, toparlanması mümkün olamayacaktı.
70’li yılları anlamak ne işe yarar?
70’li ve 80’li yılları kapsayan bu dönemi anlamak sadece solun/sosyalist hareketin bugününü anlamak ve anlamlandırmak açısından değil o zamanki Türkiye’yi anlamak açısından da önemlidir. Bunun için de o dönemin devrimci örgütlenmelerini anlatan güvenilir, ilk ağızdan aktarılan bilgiler, belgeler önem kazanıyor.
Nitekim bu dönemin önde gelen devrimci örgütlerinden biri olan Kurtuluş'un yıllar önce başlayan sözlü tarih çalışmaları bu konuda dikkate değer ürünler ortaya koydu.
Kurtuluş Kendini Anlatıyor başlığı altında yayımlanan kitapların sekizincisi daha öncekiler gibi yine Dipnot Yayınları’ndan çıktı. Kadınların ayrıca hazırlamakta olduğu kitaplarla dizi tamamlanacak ve döneme ilişkin ciddi bir yayın çalışması da bitmiş olacak.
“2016 yılından 2021 yılına kadar yayımlanan sekiz kitabın ilk ikisinde yedi kişiden oluşan ilk geçici merkez komite üyeleriyle; üçüncü ve dördüncü kitaplarda daha sonra oluşan merkez komitelerinde veya merkezi uzmanlık organlarında ve il komitelerinde yer alan 11 yöneticiyle; beşinci kitapta Seksiyon örgütlenmesinde yer alan 14 kişiyle; altıncı kitapta siyasi kadrolardan yedi kişiyle; yedinci kitapta Karadeniz bölgesindeki örgütlenmeyi gerçekleştiren dokuz kişiyle ve nihayet elinizdeki sekizinci kitapta da esasen kitle örgütlerinde faaliyet yürüten siyasi kadrolardan sekiz kişiyle yapılan görüşmeler yer aldı.
Böylece kadınlar dışında toplamda 56 kişiyle yapılan görüşmeler yaklaşık 3500 sayfadan oluşan bir kitap dizisi haline geldi. Bunun birçok yönden kolay bir çalışma olmadığı tahmin edilebilir ve planlandığı gibi sonuna kadar gidilebilmiş olması da çok sayıda insanın gönüllü ve özverili emeğinin sonucudur.”
Kadınların çalışmasının kitaplaşmasıyla birlikte toplamda 4 bin sayfa ve 70’den fazla kişiyle görüşülerek üretilen bu bilgi ve belge sadece Kurtuluş’u değil dönemin birbirine çok benzeyen diğer devrimci örgütlerini, daha da önemlisi devrimci militanlarını tanımak ve anlamak açısından çok değerlidir.
Ve umulur ve beklenir ki, bazısı devam etmekte ve bazısı yeni başlayacak benzer çalışmaların üretecekleriyle birlikte kalıcı ve güvenilir kaynaklar çoğalmış ve çeşitlenmiş olarak dönemi anlamak isteyen herkesin elinin altında olacaktır.
Öne çıkan ortak noktalar
Bu çalışmanın solun, devrimci hareketin diğer kesimlerini de kapsayan, o örgütlerde de görülebilecek çeşitli ortak noktaları ortaya çıkardığı söylenebilir.
Örneğin, Kurtuluş’un sözlü tarih projesini yürüten çalışma grubu kadınların ayrı bir çalışma yapmasını uygun gördüğü için sadece erkeklerle görüşmelerden oluşan bu 3500 sayfanın ortaya koyduğu ilk gerçeklerden biri örgütlenmenin erkek egemen yapısıdır. Bunun sergilenmesi ve sorgulanması önemlidir.
Nitekim bu erkek egemen yapı Kurtuluş’un daha sonraki yıllarında çeşitli tartışmalara yol açmış ve dağılmıştır ama özellikle 12 Eylül öncesinde yeterince üzerinde durulmaması, ezilen cins tartışmalarının ancak 80’li yıllarda gelişmesi dikkat çekicidir.
Kadınların geri planda kalması, özellikle örgütlenmenin yönetici kademelerinde yer almaması sadece Kurtuluş’a özgü değildir ama en uç noktalara vardığı örgütlerden birinin de Kurtuluş olduğu söylenebilir.
Bunun yanı sıra o yıllarda Anadolu’nun otokton halklarının, Ermenilerin ve Rumların tasfiyesi ve soykırımının solun gündeminde hemen hiç yer almaması da dikkat çekicidir. Cinsel yönelimleri farklı olanlar da aynı şekilde gündemde değildir.
Öte yandan, Kurtuluş’un ve diğer benzer hareketlerin mücadelesini omuzlayan, devrimci kimliğini oluşturan militan tipi çok benzerdir. Gerek sosyal ve kültürel kökenlerde, gerekse çeşitli biçimlerde sürü giden mücadele hayatlarında pek farklılık yoktur. Aynı adanmışlık, aynı özverili, cesur ve birbirine bağlı ilişkiler, varını yoğunu paylaşan insanlar solun her kesiminde görülebilir. Bu güzel insanları istismar edenlerin de yine her yerde görülebileceği gibi…
Binlerce militanın yaşamı pahasına mücadele sürdürdüğü koşullara bakıldığında daha ciddi, daha etkili, daha planlı ve daha sistematik işleyen bir örgütlenmenin olduğu düşünülebilir. Ancak pek de öyle olmadığı 12 Eylül sonrasında yer yer çok hazin, çok can yakıcı olaylarla ortaya çıkmıştır.
12 Eylül darbesiyle birlikte hayatın olağan akışı tümüyle değişince ve tümüyle yeraltına çekilirken artık alışkın olunan anti-faşist mücadeleden çok farklı bir siyasal ve örgütsel mücadele gerektiğinde ortada sanıldığı gibi bir örgütlenme olmadığı sadece Kurtuluş’ta değil devrimci hareketi oluşturan hemen her kesimde görülmüş, yaşanmıştır.
Bu gerçeğe rağmen bu siyasi örgütlere/hareketlere değilse de siyasi kimliklere bağlılık yüksektir, omuz omuza mücadelenin yarattığı özel bir yoldaşlık hukuku vardır. 70’li yılların anti-faşist direnişi ve darbe sonrasında hapishanelerde, sürgünlerde süren hayatlar öylesine yoğun yaşanmış, öyle birikmiş ve derine nüfuz etmiş şeyler vardır ki kolay kolay silinmez.
Yani örgüt denilen mekanizma, bir tür vücut sanıldığı veya hayal edildiği gibi olmamasına rağmen ortakça şekillenmiş bir ruh ve bazı değerler önemini korumaya devam eder. Onun için bugün o örgütler olmamasına rağmen hala bu ülkede binlerce Kurtuluşçu, Devrimci Yolcu, Halkın Kurtuluşçusu vb. var olmaya devam eder.
Birbirleriyle ilişkilerini belirli öbekler, gruplar halinde sürdürürler ve yıllar sonra bile buluştuklarında sanki dün ayrılmış gibi konuşmaya başlayabilirler. Bir tür “sosyolojik kesit” olan ve çoğu tesadüfen hayatta kalan bu devrimci kuşağı 70’li yılların bugünlere devrettiği başka türden bir realitedir.
“Direniş hikâyesi” yazılamadı
Üzerinde durulması gereken bir diğer önemli nokta ise şudur; devrimci hareketin bugünkü geriye savruluşunda ve kendisini toparlayamamasında 12 Eylül darbesine karşı 12 Mart’taki gibi bir “direniş hikâyesi” yazılamamış olması önemli nedenlerden biridir.
Aslında gerçek durum algılandığı veya solun ortak ve yaygın hafızasında yer aldığı hali kadar kötü değildir. 12 Eylül darbesinin toplumda gördüğü destek öyle ciddi boyutlarda olmuştur ki devrimci örgütler 12 Mart dönemine benzer bir direniş, mücadele çizgisi izlemeyi düşünemez olmuşlardır.
Yeterince politikleşmemiş işçi hareketi, sınıf hareketiyle sosyalist hareket ayrı kanallarda akmaya devam ederken temel mücadele biçimi olan anti-faşist mücadele giderek toplumun dışına doğru sürülmüş ve can güvenliği sorunu öne çıkınca ordunun iktidara el koyması geniş yığınlarda bir rahatlamaya yol açmıştır.
Bu ortamdan destek alan cunta hızla ülkeyi kontrolü altına alırken devrimci örgütler de geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Kimisi Kurtuluş gibi bunu bir politika olarak belirleyip, açıkça ilan edip, nedenlerini ve hedeflerini de saptayarak gerçekleştirmeye çalışmış, kimileri de bu açıklıkla söylemeden ama benzer bir hatta davranmışlardır.
Sonuçta devrimci hareketin bütününde ve genelde ülkede 12 Mart sonrasındaki gibi bir tablo oluşmamıştır.
Geri çekilmek ve güçlerini tahkim ederek yeni koşullarda mücadeleyi sürdürmek doğruydu ve bu da bir direniş, bir mücadele çizgisidir. Yani devrimci örgütlenmeler teslim olmamış, çeşitli biçimlerde mücadele etmeye, ayakta kalmaya çalışmıştır ama bunu beklendiği ölçülerde cuntaya bir “meydan okuma”, bir “direniş hikâyesi” haline getirmeyi başaramamışlardır.
Çünkü 12 Eylül darbesine gelindiğinde sol dalga, devrimci toplumsal kabarış durmuş, hatta inişe geçmişti ve doğrusu devrimci örgütlerin halktan gördüğü destek ve sahiplenme zayıflamaya başlamıştı. 12 Eylül öncesinde pek görülemeyen veya itiraf edilemeyen bu durum, tam tersine “Cunta gelirse inine tıkarız” gibi üst perdeden sloganlarla örtülünce 13 Eylül gününden itibaren yaşananların bir direniş hikâyesine dönüşmesi, böyle görülüp algılanması da mümkün olmadı.
12 Eylül’ün zulmü, katlettiği devrimci ve döktüğü kan 12 Mart’la kıyaslanamaz ve devrimci örgütlerin direniş örnekleri ve tekil hikâyeleri de 12 Mart döneminden çok daha fazladır ama beklentileri karşılamamış ve darbe öncesinde yaratılan hava dolayısıyla tüm bunlar bir direniş hikâyesi olarak devrimci siyasetin diline tercüme edilememiştir.
Tekrar etmek gerekirse, bu sonucun ortaya çıkmasında devrimci örgütlerin hızla toplumsal destekten yoksun kalmaları ve bunun yarattığı moralsizlik, mecalsizlik önemli bir rol oynamıştır.
3500 sayfada anlatılanlar
Kurtuluş’un yayımlanan 3500 sayfalık sözlü tarihinde hamaset, kendi kendini övme tarzında basit, çiğ anlatımlara pek rastlanmıyor. Açık sözlü ve samimi eleştiriler, özeleştiriler hiç az değil ama yine de bugünden geçmişe bakarken daha cesur olunmasını bekleyenler olacaktır.
Bu sayfalarda yer alan 56 kişiden önemli bir kısmının Kurtuluş’un kurucu veya yönetici kadroları olduğu dikkate alınırsa bu kişilerin kendi tarihlerini daha etraflıca, daha bütünlüklü ve derine giden bir tarzda eleştirmesini bekleyenler olabilir. Genel olarak geçmişin, özellikle ele alınan yılların mücadelesine hamasetle yaklaşma, erkeklerin bitip tükenmeyen “askerlik anıları” gibi anlatılması hatırlanacak olursa esasen bunun dışına çıkıldığı söylenebilir.
Ve bunun dışına çıkılabildiği, samimi ve eleştirel olunabildiği ölçüde de sahici ve inandırıcı olduğu söylenebilir.
Bir ülkeyi tanımak için oradaki insanların sadece nasıl doğduklarına değil nasıl öldüklerine de bakmak gerekir, denir. Bir ülkedeki devrimci hareketi tanımak için de aynı şeyi söylemek gerekir; devrimcilerin nasıl yaşadıklarını ve nasıl öldüklerini de görmek, anlamak ve kayıt altına almak gerekir.
Belki de bir ilk olmasının getirdiği eksiklere, yetersizliklere rağmen Kurtuluş’un bu sözlü tarih çalışmasının ürünlerini iyi bir kaynak olarak görmek ve başkaları için de örnek olmasını, hatta daha iyisini yapmalarını dilemek durumundayız.
Unutulmamalı ki, söz uçar, yazı kalır! “Ancak hikâyesi anlatılanlar yaşamaya devam ederler!” (SÖ/APK/EMK)
* Terk Etmedi Sevdan Beni, Kurtuluş Kendini Anlatıyor 8, Sözlü Tarih Çalışması, Dipnot Yayınları, Şubat 2022, 364 s.