Fotoğraf: Canva
Ayasofya Bizans İmparatoru I. Justinianus tarafından 532-537 yılı arasında yapılan Hıristiyan katedralidir (Büyük kilise). Eski Yunancada ayia (aya), azize (dişil ifade), kutsal anlamında; sofia (sofya) ise, bilgelik anlamındadır. Ayasofya, kutsal ya da ilahi bilgelik demektir. Yunancada philosophia (felsefe –sevgi bilgeliği) sözcüğünün sophia bölümündeki bilgelik gibi.
10 bin işçinin çalıştığı Ayasofya’nın mimarları Miletli İsidoros ve Trallesli (Aydın) matematikçi Anthemius'tur. 1500 yıl önce inşa edilen bu muhteşem yapıya emeği geçenleri, terini dökenleri, bilgileriyle Ayasofya’yı yaratanları saygıyla yâd ediyorum.
Bu noktada Ayasofya’nın mimari ve estetiğiyle, onun iktidar tarafından ideolojik, dini amaçlı egemenlik ifadesi olarak kullanılması iki ayrı konudur. Tarihi bir mekânın yine tarihten kaynaklı olarak bu iki alan (mimari, sanat, estetik alanı ile mekânın iktidar tarafından toplum üzerinde egemenlik inşasına dayalı alanı) üzerinden ayrı ayrı değerlendirilmelidir ki, bu bizi hem anakronizme düşmekten korur hem de iktidarların politik tutumlarını anlamayı kolaylaştırır.
Ayasofya, mekân üzerinden iktidarca oluşturulan ideoloji ve egemenlik ilişkisinin tipik örneğidir. Ve öyle etkili bir örnektir ki, yapılışından bu yana 1500 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün bile iktidarca konu edilmektedir.
Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis’i 1453 yılında almasıyla birlikte Ayasofya’da derhal camiye çevrilmiş ve Fatih, kendi vakfiyesine kaydını yaptırmış.
İmparatorlukların uzun tarihi boyunca sürekli işgaller olmuş, imparatorluk sınırları değişmiştir. Roma, Bizans (Doğu Roma), Pers, Sasani, Osmanlı, İspanya vb. nereleri işgal etmişler, sonları ne olmuş?
Özellikle tek tanrılı dinlerin imparatorluk dönemlerinde galip gelen imparatorluk, mağlup olan imparatorluğun büyük dini mabetlerini kendi dini inancına göre şekillendirerek kullanmaya başlamıştır. Ayasofya kilisesinin camiye çevrilmesi veya Kurtuba camiinin kiliseye çevrilmesi gibi. Bunun bugün doğruluğunun yanlışlığının tartışılmasının hiçbir anlamı yoktur.
Bütün bunlar imparatorluk döneminin toplum biçimlerine, üretim ve kültür yapılarına genel bir uygunluk gösterir. Daha doğrusu imparatorluğun karakterini, toprağa bağlı ve haraca dayalı işgaller oluşturur.
Peki, bugün böyle mi?
Hayır!
Dünya toplum biçimleriyle, üretim, tüketim ve kültürel yapılarıyla, devlet biçimleri ve idari örgütlenmeleriyle kökten değişti.
İşte tam burada günümüze kadar gelmiş Ayasofya gibi büyük eserlerin kullanım koşullarını, yukarıda sözünü ettiğim iki alan üzerinden değerlendirmenin gereği kendini ortaya koyar.
Ayasofya bir sanat eseri midir, yoksa salt bir mabet midir?
Mimarlığın bir yapı bilimi olmakla birlikte sanat olup olmadığı tartışmaları üzerine söz söyleme hadsizliğine düşmeden, içinde mimariden süslemelere, frizlerden heykellere, mozaiklerden vitraylara varıncaya kadar çeşitli sanat dallarını barındıran mekânlar birer sanat eserleridir.
Ayasofya hem bir sanat eseridir hem de mabettir. Ayasofya’nın mekânsal yapısı bugün de bir mabet özelliğini taşımaktadır. Yani Ayasofya’nın müzeye çevrilmiş olması, oranın bir kilise ve cami yapısal özelliklerini yok saymamaktadır. Ancak Cumhuriyet Türkiye’si bir idari kararla uluslararası ilişkilerin ve konjonktürün de bir gereği olarak Ayasofya’yı müzeye çevirmiş.*
Ayasofya’nın sanat alanı öne çıkarılarak, insanlığın ortak bir eseri vasfıyla dünya insanlarının ziyaretine açılmış.
Elbette toplumda bu karara muhalif olan, oranın cami olarak kullanılmasını isteyen kesimler var. Kendilerince haklı gerekçeleri de olabilir. Fakat Ayasofya’nın cami olarak kullanılmasının yaratacağı mekânsal yıpranmalardan kaynaklanabilecek zararlar, uluslararası ilişkiler açısından çıkması olası mütekabiliyet ve moral sorunlar, Ayasofya’nın olduğu şekliyle korunmasının bizim uygarlık seviyemiz için bir ölçü oluşturduğu gibi gerekçelerle bu kesimlerin ikna edilmesi mümkündür.
Ancak konuyu bu kesimlerden çok, iktidarlar kullanıyor.
İktidarlar Ayasofya’yı popülist politikalarının bir aracı haline getirerek, “Camiye çevireceğiz, fütuhatı tamamlayacağız” şeklinde açıklamalarla hem kendilerine bir destek arıyorlar hem de din, bayrak, vatan, şehitlik, cami, gibi kavramlar üzerinden hedef saptırıyorlar.
Bir dönem AKP Hükümetinin Başbakanı olan Ahmet Davutoğlu bile, “Şimdi sıkıştınız yeniden Ayasofya’ya sarılıyorsunuz.” dedi. İşte bu cümle, iktidarın siyasetindeki sefaletin ilanıdır.
Ayasofya’nın sanatsal alanına bakmayıp onu salt cami olarak görmek, daha başta konuyu analiz etmede sorun yaratır. İşte iktidarların mekânın salt kullanım amacından hareketle toplum üzerinden egemenlik inşa etmeleri dediğim husus budur. Yani Bizans imparatorları da Osmanlı padişahları da işin bu yönü üzerinde durmuşlardır ve dönemlerince haklıdırlar da. Ancak bugün o imparatorluk mantığı ve fütuhat anlayışla bu tür mekânları aynı gözle değerlendirmek, anakronizme (dünün tarihsel olayını bugüne veya bugünü düne uyarlama –taşıma- gibi kronolojik uyumsuzluk) düşmek demektir.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesi bir ihtiyaç mı?
Bu konuda net, açık ve doğru cevabı bizzat Erdoğan vermiştir.
Bugün Ayasofya’nın camiye çevrilmesini gündeme getiren Erdoğan, daha bir yıl önce 16 Mart 2019 tarihli Tekirdağ mitinginde bazı vatandaşların Ayasofya’nın camiye çevrilmesi talebine karşı şöyle diyor. “Sultanahmet’i bir doldurun, ondan sonra ona bakarız. Bu işin siyasi bir boyutu var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, Ayasofya’yı dolduralım diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh!”
Öyle çok cami var ki, bu ülkenin camiye ihtiyacı yok. Onca mekân boş duruyor. Erdoğan doğru söylüyor; Ayasofya’nın yanı başında Sultanahmet camii var, büyük ölçüde boş duruyor. Peki, mekânsal bir ihtiyaç olmadığına göre ne diye Ayasofya cami olsun?
Böylesine tarihi boyutu olan bir konuda Erdoğan’ın 1 yıl önceki görüşü mü yoksa bugünkü görüşü mü oyun?
Sorunun özü siyasi. Ayasofya cami olsun taleplerinin altında daha çok iktidarların dahli var.
TIKLAYIN - Erdoğan'dan 8 Günde Farklı Ayasofya Açıklamları
İstanbul denilince
Kara, boğaz, deniz bileşeninden oluşan dünyanın en güzel topoğrafyasına sahip;
Doğu-batı, kuzey-güney geçişlerinin merkezinde bulunan;
Antik Yunan döneminden bu yana 3 bin yıllık tarihi olan;
Roma, Doğu Roma (Bizans) ve Osmanlı imparatorluklarına başkentlik etmiş;
Dünyanın şehir planına sahip ilk şehirlerinden;
Dünyadaki birçok dinin, inancın mabetleri ve farklı kültürlerin mekânlarıyla taçlanmış;
Ve dünyanın kraliçe (dişil) şehridir İstanbul.
İşte biz böylesi bir şehrin renkli kültürünü ve yapılaşmasını kasaba haline getirmeyi başardık! Betondan ve çirkin binalardan ibaret, şehrin kültürel zenginliğinin çölleştirildiği, şehir halkından kimilerinin tasfiye edildiği, sanat alanlarının ve eserlerin imhaya uğratıldığı, trafiğinden havasına kadar kirli ve pis bir kent yaratmayı başardık!
Gerçekten şehri işte bu fütuhat siyaseti ve kültürüyle bize yaraşır şekilde fethettik!
Sahi, İstanbul’dan geriye ne kaldı?
Bir şehir berbat edildi, bir yığın ekonomik ve siyasal sorunlar var, işimiz Ayasofya’nın camiye çevrilmesine mi kaldı?
Çevirin o zaman!
Ancak popülizmin daniskası olan bu adım da sizin çıkışınız olmayacak. (HŞ/YK)
*Bakanlar Kurulu’nun Ayasofya’yı müzeye çevirmesi kararında Atatürk’e ait olan imzanın sahte olduğu iddia ediliyor. Varsayalım ki öyle, 24 Kasım 1934 tarihli bu karar metninden sonra Atatürk tam 4 yıl daha yaşamış. Peki, Atatürk bu 4 yıl boyunca Ayasofya’nın müzeye çevrildiğinden habersiz kalmış ve cami olarak kullanılmaya devam ettiğini mi sanmış?