Avcı ve denizci hikâyeleri en eski anlatım türüdür. Mağara resimleriyle başlayan av hikâyeleri, ilk yazılı belgelerde de başlıca konular arasına girmiştir. Bu açıdan insanlığı birleştiren en önemli öğelerdendir. Ortak bölenlerin en büyüğü bile olabilir. Hani o derece ki “medeniyetler buluşması” toplantılarına bir imam, bir haham, bir peder çağıracağına; bir İngiliz avcı, bir Alman avcı, bir de bizim Temeli çağırsan empatinin dibine vururuz.
Tüm kültürlerde hayal gücünün en sınır tanımaz örnekleri bu hikâyelerde bulunur. Mübalağa sanatı bu tür içinde yeşermiştir. Oldukça da popüler bir alandır. Güliver adlı İngiliz denizcinin, başından geçen maceraları anlattığı kitap iki yüz yıldır kitapçı raflarında yer bulmaktadır.
Bu türün en belirgin özelliği söylenenler hakkında her hangi bir kanıta ihtiyaç duyulmamasıdır. Okuyucudan beklenen yegâne şey, “ispatla bakalım” dememesidir. Avcı, hikâyesinde borçlarını kapatmış, savaşları bitirmiş, köy halkını bir zalimin boyunduruğundan kurtarmış, özgürlükler getirmiş olabilir. “Hani savaşı bitirmiştin, iki aydır ölenler niye öldü” diye sormayacaksınız. Hele sakın ha “o zalimi alt ettin de ben niye hala mazlumum” demeyeceksiniz. Hikâye bu, dinleyip çayınıza yumulacaksınız.
Öte yandan bazı avcılar, bu gibi sivri akıllı dinleyicileri alt etmek için avcı hikâyesi türünün bir alt dalı olan kaçan-balık-büyük-olur kategorisinde eserler verir. Bu kategoride kurgu, basitçe “şeyi şey etmeyelerdi …fiyuff… çok süpersonik bir şey olurdu[m]” şeklindedir. Süpersonik sıfatına her şeyi sığdırabilirsiniz. Mesela ülkeyi bataklığa çekmek isteyenler, uzay gemisi yapmanıza bile engel olmuş olabilirler.
Gene de av sonrası pazardan alınacak birkaç kilo çinakop faydalı olacaktır. Zira dinleyenler eli hepten boş anlatıcı sevmezler. Balık pazarınız yoksa, Katardaki dedenizden gelecek sıcak para da iş görür. Hem yakın vadede borçları kapatırsınız, hem de çoluk çocuğa cep harçlığı olur. Gofret, gazoz filan alırlar.
“Şeyi şey etmeselerdi” kısmı da çok önemli. Anlatıcının işini engelleyen şey her neyse, müthiş sinsi, gaddar ve acımasız olduğunun özenle vurgulanması gerekir. Homer, Odessa’nın başından geçen türlü macerayı anlattığı eserinde bu hikâye türünün temel niteliklerini oluşturmuştur. Sirenlerden bahsederek gemicileri uyaran ilk yazardır. Sirenler, söyledikleri şarkılarla gemicileri büyüleyip kayalıklara çeker ve ölümlerine sebep olurlar. Bir sireni duyup ona karşı koyabilmek neredeyse mümkün değildir. Şarkılarının büyüsüne kapılanlar mutlak ölümle karşılaşır.
O dönemde paradoks kavramı yeni yeni geliştiği için filozoflardan biri de çıkıp “madem Sireni dinleyen ölüyor, sen kimden duydun da anlatıyorsun” diyememiştir. Bu soru sorulmaya başlandığında hikâyecilerin kafası epey karışmıştı. Ama Rumsfeld, Irak’ta kitle imha silahlarının olduğuna dair bulgu olmamasına ilişkin soruya verdiği yanıtta, avcı hikâyesi geleneğinde bir çığır açtı: “Bilinen bilinenler vardır […] Bilinen bilinmeyenler vardır […] Bir de bilinmeyen bilinmeyenler vardır; bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler”.
Yeni felsefe, avcılara çok geniş olanaklar tanıyor. Sirenlerin yerini “istihbarat geldi” adlı hani-yersen alıyor. Anlatıcının ispat derdini ortadan kaldırıyor çünkü istihbarat bu; hassastır, gizlidir. Tehlikeyi tarif etmenize bile gerek yok. Avcı, “istihbarat aldık” demekle mealen “sen düşün artık nasıl bir tehlike olduğunu” mesajı verir. Her şey olabilir. Lobiler kumpas mı kurar, mihraklar ocağına incir ağacı mı diker, kediler nazar mı değdirir bilinmez. (BT/HK)