Geçtiğimiz otuz yılın ekonomik ve sosyal düzenini ifade etmek için çeşitli yaklaşımlar var. Teknik olarak neo-liberalizm deniyor. Ahbap-çavuş ekonomisi çok beğenildi. Yolsuzluk ekonomisi de revaçta.
Hepsi doğru olmakla beraber bu yakıştırmaların yetersiz olduğunu zannediyorum. İşin içinde bir hinlik, bir cinlik, bir bit yeniği olduğunu hissettiriyorlar. Belki yaşadığımız iktisadi hayatın gelişine pisburun doğasını da anlatıyorlar. Ancak sistemin muhteviyatındaki iki maddeyi hesaba katmıyorlar: Şiddet ve öğrenilmiş çaresizlik. Bunları da koyarsak esas denmesi gerekenin “tutan-tuttuğunu ekonomisi” olduğunu düşünüyorum.
Yeni ekonomi, devletin tembel ve ağır yanlarından arınmış, özel sektörün hayata dair her yerde herkesi ve her şeyi şahlandırdığı bir düzeni vaat ediyor. Öte yandan belli başlı ilişkileri kurmayanların, kurmaya gücü yetmeyenlerin bu şahlanmadan nasiplenemediğini görüyoruz. Yerel veya genel iktidarlarla kurulan dostlukların, bürokratlarla flörtleşmelerin dinamikleri belirlediği bir sistem bu sistem. Pek sistematik ve de teknokratik.
Sürdürmesi epey zor bir sistem. Zira dışarda kalanları dışarda tutmak güç iş. Herkes içeri girmek için kapıyı zorluyor. Haliyle kapıyı aralamak ücrete tâbi. Neden? Çünkü serbest piyasa da ondan. Parasını veren içeri giriyor, bal tutan parmağını yalıyor.
Herkesi içeri alsan, kapıda para kesemezsin. Öyleyse bir kısmını, büyük bir kısmını dışarda tutman lazım. Çık dersin, çıkmaz. Git dersin, gitmez. Ver ediyorsun odunu o vakit. Yeter mi? Yetmez. Neden? Çünkü, dışarda olana dışarda olduğunu hatırlatman lazım ki kapıya bile gelmesin. İş yerinde ezeceksin, okulda ezeceksin, otobüste ezeceksin. Yemeğini yerin iki kat altında yedireceksin mesela. Ya da otobüste öyle sıkıştıracaksın, öyle sıkıştıracaksın, işe geldiğine şükredecek.
Bu sebeple hoyratlık, gaddarlık, düzenin asli unsurudur. Önemli olan kapıya gelmemesini sağlamak. Köteğin de bir sınırı var tabii. En nihayetinde bunlar da insan. Yemek yemezse, kime ne satacaksın. Aç kalır da çalışamazsa neyle üretim yapıp şahlanacaksın. Ama işte, bitini kanlandırmamak gerek. O sınıra azami dikkat gerek.
Sırf kötekle olmaz dedik. Hem düzeni, hem köteği kabullendirmek de önemli. E devir PR (halkla ilişkiler) devri. Hani-yersen-PR’a yürü ya kulum dendi, o koşuyor.
Bu sistemin babaları iki yüz yıl evvel dedilerdi: serbest piyasa öyle bir şeydir ki böyle her şey cuk yerini bulur, öylesine ilahi bir düzen işte. Geçtiğimiz yüzyılda çeşitli vesilelerle piyasalara az buçuk dokunuldu. Ama tarihin sonu geldi, ideoloji zail oldu. Artık piyasanın orasını burasını mıncıklamaya gerek yok. Bırakınız yapsınlar, tutmayın şahlansınlar. Bu zaten tanrısal bir düzen, biz kim oluyoruz ki çomak sokuyoruz.
Hani-yersen-PR’ın en büyük başarısı, siyasi erk ve bürokrasinin her şeyi düzenlediği ve bununla övündüğü yolsuzluk kaplı bir ekonomiyi “liberal” diye yutturmasıdır. Üstüne de vergisiyle teşvik verilen girişimciye, kendisine iş veriyor diye minnet ettirmesi var ki madalya hak ediyor.
Başarıları biter mi? Serbest piyasanın tanrısal bir düzen olduğuna ikna etmiştir herkesleri. Fakirsen de kader, açlıktan ölsen de kader. Razı olacaksın. Çaresizliğini ezberleyeceksin. Tanrısal bir düzene kim karşı gelebilir ki. Çomak sokanın vay haline. Buna bir kez inandın mıydı, tamam! Gücü yeten, yettiği kadarıyla her şeyi yapabilir. Zira serbestlik var. Tutan-tuttuğunu ekonomisinde paçan sıkıyorsa her yol sana açık. Yolsuz dağlardan kuş olur uçarsın bile, gücün yetiyorsa. (BT/HK)