Zamanın sonu yaklaşıyordu. Ama bundan habersiz umarsız öğrenci ve emekçiler hak-hukuk kavgalarının peşinden gitmekteydi. Atılan dayağa katılanlara karşılık yenen dayağı bölüşenler artıyordu. İşler kötüydü. Zamanın sonu gelmiş bunların gakguku yüzünden hala yeterli buzdolabı satılmıyordu.
Neptün kova burcuna girip de yıldızlar da gerektiği gibi dizilince postal nizam getirdi. Siyaset yapmak yasak oldu. İdeolojikler hapishanelere, işkencehanelere gönderildi. Sokaklar kloraklandı, mis gibi koktular.
Postal gelip de ideoloji batıl olmuştu ama demokrasi şarttı, yeter ki siyasetsiz parlamenter demokrasi olsundu. O yüzden postal geri çekilirse siyaset yapmayacaklarına söz verdi yeni siyasetçiler. Politika bitmişti, iş yapma zamanıydı. İş bilen ve işini bilen teknokratlara rolleri dağıtıldı. Perde açıldı.
Bugün, postalların ve onun vesayetçilerinin zulmünden kurtulduğumuzu müjdeliyor yeni Türkiye. Ama siyaset yasak değilse de ayıp. Siyasi parti yöneticilerinin başka siyasetçilerce siyaset yapmakla “suçlandığı” zamanlardayız. Sendikalar ideolojik olmakla itham edilebiliyor. Siyasetin suç sayıldığı alanlar siyaset bilimi fakültelerini bile kapsayabiliyor. Muhalif çıkışlara karşı cevap birliği kurulmuş durumda: “siyaset yapıyorsunuz!”
Konuları kendi kulvarında tartışmak mümkün değil. Su sorunu? Siyaset yapıyorsun! HES’ler, hazine arazileri? Politika yapma! İşçi ölümleri? İdeolojik!
Meclisi askerden devir alan Turgut Bey de böyleydi. Özelleştirmelere karşı çıkanların, sendikal hak isteyenlerin hesap yapmayı bilmediklerini anlatırdı. Sonra hoca hanım başbakan oldu, Kürt sorunu dendi, insan hakları soruldu, bölgenin gerçeklerini bilmemekle, hayalci olmakla suçladı.
İşin epistemolojisine girmeden, Şerif Mardin’den arak ideoloji tanımlarına ve anekdotlara sıçramadan konuşmak zor. ‘Olacak o kadar’ skeci tadında politikacılara atfedilen olumsuz kişilik özelliklerini ve politika kelimesinin çok yüzlülük anlamına geldiği galat-ı meşhurunu da bir kenara koyalım. Geriye kalan geniş çimenlikte karşımızda tek bir söylem analizi kalır: “Sola ait ne varsa ideolojiktir, bu solcular laftan başka bir şey bilmez, tek amaçları güzel yurdumuzu siyasete boğup kaos çıkarmaktır…”
Bu hep böyleydi gerçi. Napolyon da yapmış zamanında (Şerif hocanın kitabından kaçamadım). Siyaset ve ideoloji her daim geniş kitleler için çekinilen faaliyetler olmuş. Ancak bugünkü farklılık, siyaset yapmanın bozgunculuk veya goygoyculukla eş sayılması, halk indinde ise gülünçlükle karşılanmasıdır.
Siyaset ve ideolojiyi imtina edilmekten gülünç duruma sokan işte 12 Eylül’ün yarattığı korkuydu. İktidar hoyratlığının, gaddarlığının yeni bir fazıydı 12 Eylül. İşkence daha önce de vardı, güç hayranları gene çanak parlatıyordu, adaletsizlik ve hukuksuzluk doludizgindi. Ancak bu kez işkence cezalandırmak için değil hafızaları silmek, bilinç sıfırlamak için yapılıyordu. Öylesine bir boşluk olmalıydı ki ne koysan dolu durmalıydı. Zira Fukuyama’nın sonradan söyleyeceği üzere zamanın sonunun geldiğini herkes idrak etmeliydi.
Ekonominin ve sosyal yaşamın kendine ait kuralları vardı. Liberalizmin yeni dalgası eşyanın tabiatı ile birebir örtüşüyor diyordu akademikler. İlahi bir düzendi adeta.
İlahi düzenlerde adettendir; fıtrat ve mukadderat bir olur. Mesela yevmiye denen şey karşılığında çalışmak fıtratında varsa şantiyede ölmek de kaderin olur. İdeolojik davranıp kutuplaşmak boşuna. Kaderle kutuplaşılmaz. Mahallen yıkılıp dikey olarak yeniden yapılmak isteniyorsa sistem gerektirdiği içindir. O mahallenin alın yazısıdır. Ağaç da kesilir, evin de yıkılır. Boşuna bağırıp siyaset yapmayacaksın.
Darbeye laf söylemek serbest ama. O konuda ilkeli, hatta ideolojik olabilirsin. Darbenin en tepesi bile yargılandı, ne korkacaksın. Onun getirdiği kurumlar ise, merak etme, artık daha da ehil ellerde. (BT/HK)