“Şehitler Şehri Silvan” verilmiş bir sözün ürünü… 10 yıl önce 18 Ağustos 2004 günü gazeteci Yaşar Parlak, Silvan'da Selahaddin Eyyubi Camisi'nin avlusunda ensesine tek kurşun sıkılarak katledildiğinde bu kitabın ilk baskısını matbaadan alalı daha yaklaşık üç ay olmuştu.
Yaşar Parlak kitabının önsözünde “Kitabın ikinci baskısı hazırlanacak. Ulaşamadığımız aileler, eksik bilgi veya hikayeleri bize ulaştırabilirler” diye not düşmüş.
Hayatını bu menfur saldırı sonucu kaybettiği için bu sözünü yerine getirememiş ama oğlu Ferhat Parlak, bayrağı devralmış. İlk baskısı yayınlandıktan tam 10 yıl sonra “Şehitler Şehri Silvan”ın ikinci baskısı yayınlandı.
Ferhat Parlak, babasının Silvan Mücadele Gazetesi’nde çalışmaya başladığında daha 9 yaşındaymış. Güneydoğu’da gazetecilik yapmanın en tehlikeli olduğu 1990’lı yıllarda babasıyla birlikte haber peşinde koşturmuş.
Babasının öldürülmesinin ardından gazetenin tüm sorumluluğunu tek başına üstlenmiş; buna babasının genişletilmek üzere hazırladığı “Şehitler Şehri Silvan” da dahil.
Ferhat Parlak yaptığı çalışma sırasında yaşadıklarını şöyle özetliyor: “Silvan’da yaşam kaygan bir zemindi, tutunmak zordu. Kız çocukları başları açık olduğu için çivili topuzlarla öldürülüyor, camiye Kuran-ı Kerim dersi almaya gelmeyen çocukların aileleri ise ölümle tehdit ediliyordu. Korkudan, camiye gönderilen çocuklara bu sefer Kuran-ı Kerim yerine dövüş teknikleri (karate) öğretiliyordu. Her cinayetten sonra çok şükür denilerek kalaşnikoflarla sokaklarda zafer naraları atılıyordu.”
Silvan’da 1991’de işyerlerinin kundaklanmasıyla başlayan olaylar sonrası ilçedeki atmosferi böyle anlatıyor Ferhat Parlak.
Kitap Silvan’da saldırılarında halkın karşısındaki yapıları anlatarak başlıyor. Jandarma İstihbarat ve Terörle mücadele Grup Komutanlığı (JİTEM), Hizbullah ve Hizbul-Kontra, Köy Korucuları, Özel Harp Dairesi - Kontrgerilla.
Bu ilk dört bölüm 1990’lı yılların ve 1990’yı yıllardaki “kanlı” dönemi oluşturan dinamikleri de özetliyor.
Daha sonra Silvan özeline yöneliyor. Yaşar ve Ferhat Parlak’ın yaptığı araştırmalar sonucunda Silvan’da 1991-1999 yılları arasında 250 öldürme, 45 yaralama, 111 işkence, 13 kayıp ve 316 zorunlu göç vakası ortaya konulmuş.
Bu ülke topraklarını yüzleşmesi gereken çok vahim vakalar sıralanmış kitap boyunca.
“Biri dağa çıktı, biri intihar etti: Kader ve Mebruke” başlıklı bölümdeki kısa anlatı tüm yaşananların sıkıştırılmış özeti gibi, hatta çelik bilye gibi bir olay.
Yaşanan özetle şöyle: 1992’de Silvan ilçesine bağlı Tokluca (Çirik) köyünde dikiş nakış kursunda görev yapan Kader ile Mebruke adlı Silvanlı iki kadın ‘PKK'lilerin kıyafetlerini diktikleri’ suçlamasıyla askerler tarafından gözaltına alınmış. Silvan İlçe Jandarma Komutanlığı'nda yaklaşık 15 gün ağır işkencelerden geçiriliyorlar, ardından serbest bırakılıyorlar. Kader dağa çıkıyor, Mebruke ise intihar ediyor. Suçlama yok, soruşturma yok, dava yok, adalet yok... İnsanlık ise uzun süre önce terk etmiş bu toprakları. Böyle günler yaşanıyor.
Mahmut Alınak anlatıyor
Yaşar Parlak eski DEP Milletvekili Mahmut Alınak’ın ağzından aktarıyor yaşanan başka bir olayı:
“1992’oe Silvanlı bir genç bize başvurarak ilçe jandarma komutanı Bülent Eroğlu'nun, İl Genel Meclis Üyesi Mehmet Menge'yi öldürmesi için kendisini tetikçi olarak kiraladığını söyledi. Gencin bu cinayeti işlemek istemediğini, bu nedenle yüzbaşının verdiği silahları ve bombaları toprağa gömüp Mehmet Menge yanında kendisini öldürmeye gelmiş adamla Ankara'ya geldi. Olayın bana aktarıldığı gün gecenin epey ilerleyen saatlerinde telefonla Süleyman Demirel'i aradım. Önemli bir mesele için görüşmek istediğimi söyledim. Sabah görüşelim dediyse de ısrar ettim, 'Tamam gelin' dedi. Yüzbaşının tetikçi olarak kiraladığı genci de yanımıza alarak bir grup milletvekili ile Başbakanlığa gittik. Demirel'e olayı anlatıp cephaneliğin gömülü olduğu yerle ilgili bilgi verdik. Demirel, eğer bu doğruysa gökkubbeyi başlarına yıkarım dedi. Dönemin Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin'i evinden çağırttı ve olayın araştırılmasını istedi. Tetikçi genç ertesi gün Başbakanlıkta Yüzbaşı Bülent Eroğlu'na telefon etti. Teknik ekiplerce kaydedilen bu telefon görüşmesinde cinayet planı yüzbaşının ağzından tüm açıklığı ile ortaya çıktı.
“Yüzbaşının cinayet planından sonra Demirel ve İsmet Sezgin dehşet içinde kaldı. Cephaneliğin gömülü olduğu yerden çıkarılacağı ve yüzbaşı hakkında derhal soruşturma açılacağı konusunda bize teminat verdiler. Gel gelelim bir gün sonra ne olduysa tutumları değişti. Sonraki günlerde ve haftalarda defalarca gidip cephaneliğin çıkarılmasını ve soruşturma açılmasını istedik. Ama bizi hep oyaladılar. Yüz¬başının terfi ettirilerek Karadeniz'deki bir ile tayin edildiğini öğrendiğimizde şaşırıp kalmıştık.”
Hak ihlallerinin en korkunçlarından biri olan cezasızlık olgusunu daha iyi anlatan örneklerden biri bu. Cezasızlığın nasıl sağlandığı ve bunu sağlayanların ne denli ‘güç’lü olabildiklerini, ellerinin nerelere uzanabildiğini gösteriyor çünkü.
Tayar: “Neden korucu olduk”
Koruculuk gerçeğinin de arkayüzünü anlatıyor kitap. “Bizler Zulum Altında Korucu Olduk” başlıklı bölümde şöyle bir örnek var.
Oğlunun öldürülmesinin ardından giydiği kara çarşafı çıkarttığını söyleyen Belkısa Tayar anlatmış:
“Biz Onbaşılar (Baqûz) Köyünün Dorukardı (Küfre) Mezrasında yaşıyorduk. Geçimimizi çiftçilik yaparak sağlıyorduk. 90'lı yıllarda asker sürekli köyümüze baskın düzenliyordu. Köyümüze sürekli koruculuk sistemini dayatıyorlardı. O zamanlar köyümüzde hiç korucu yoktu. Asker oğlumun düğününe baskın düzenledi ve 18 kişiyi gözaltına aldı. Oğlumu köy meydanına götürüp dövdüler.
“Kına gecesinde Onbaşılar (Baqûz) Köyünde çatışma çıkmıştı. Askerler pazar sabahı düğün için yaptığımız yemek kazanlarını dökeceklerdi, çok yalvarmamız sonucunda vazgeçtiler. Gözaltına alınan 18 kişi Bayrambaşı (Sedeqne) Karakolu’na götürülerek üç gün boyunca işkenceye maruz kaldı. Düğünümüzü korkudan sazlı sözlü değil, sessiz bir şekilde yaptık. Gelinimizi de sessiz bir şekilde aldık baba evinden. Askerin baskıları artınca köy halkı korucu olmayı kabul etmek zorunda kaldı.”
Gazeteciler ilçeyi terk etti
Yaşar Parlak, o yıllarda bu tehlikeli coğrafyada yılmadan habercilik yaptı. Ama şu notu düşüyor: “1992-1993 tarihleri arasında gerek can güvenliği nedeniyle, gerekse ‘faili meçhul’ ve kaçırma olaylarının artması üzerine Silvan’da görev yapan altı gazeteci, çareyi ilçeyi terk etmekte buldu.”
Bölgede can güvenliği meselesinin boyutunu anlatmak için itirafçı Hizbullah militanı M.Ö.’nün ifadesine bakmak yeterli: “860 cinayet ben ve içinde bulunduğumuz timler tarafından gerçekleştirildi. Cinayetten önce polis sıkı bir üst araması yapıyordu. Aramadan sonra öldürülecek kişiyi katlediyor, sonra da emniyet müdürlüğüne ya da amirliğine giderek imza atıyorduk. Bu imzalar daha sonra başımıza bela oldu. Özel timin istediği cinayetleri işlemeyince ‘Sen şu gün, şu cinayeti işledin, gel 24 yıl hapis yat’ diyorlardı.”
Yüzlerce cinayeti, işkenceyi, zorla kaybettirmeyi, insan kaçırmayı deşifre eden “Şehitler Şehri Silvan” ile Yaşar Parlak, Hizbullah ve JİTEM arasındaki ilişkiyi ortaya koymuş, koruculaştırmanın nasıl gerçekleştirildiğini anlatmış. Kitap yayınlandıktan birkaç gün sonra yasaklanarak satışı durduruldu. Zaten yaklaşık üç ay sonra öldürüldü. Oğlu Ferhat Parlak, Silvan’da 1991-1999 arasında yaşanan saldırıların yüzde 80-90’ına ulaşmış olduklarını söylüyor ve tıpkı babası gibi bir söz veriyor: “Üçüncü baskıda eksik kalanlar tamamlanacaktır.” (HK)