Herkeslere merhaba,
Perşembe (26 Şubat) sabahı sekiz buçuk suları. Yoğun bakımdayım. Kendi vizitimi bitirdim, nöbetçi cerrahi ekibinin gelmesini bekliyorum. Onları da gönderdikten sonra ameliyathane ve yoğun bakımda günlük hayat başlayacak. Patlama sesini o an duydum. Sanki hastane bahçesinde patlamış gibi geldiği için dışarı çıktım.
Bütün alanı dikdörtgen gibi düşünürseniz; ameliyathane-yoğun bakım bir uçta, arada koğuşlar, ofis ve yemekhane diğer uçta yer alıyor. Hastane kompleksi de dört ana caddenin buluştuğu meydanın güney ve doğu caddeleri arasında yerleşik. Ofis-yemekhane binasının hemen arkasındaki meydandan yükseliyordu dumanlar.
Olağan ve olağanüstü durumlarda kurallar ile herkesin hareket şekli belirli ve kesin. Ne ki bulunduğunuz yer ve (uymanız gereken, kabul ettiğiniz) koşulların ne kadar farkında olsanız, dolayısıyla bu ülke ve şehirde neyin yapılıp neyin yapıl(a)mayacağını çok iyi biliyor olsanız da; nihayetinde hekimsiniz ve de 78 kuşağından geliyorsunuz, bir noktada hiç bir şey umurunuzda olmuyor ve “bağlar” çözülüveriyor!
Ana kapıya gidip dışarı çıktım, bizim güvenlikçiler kapı önü ve kaldırımda baraj oluşturmuş durumda. Karşı caddenin anca meydandan 30 metre ilersine kadar olan kısmı görülebiliyor. O mesafede de alev alev yanan bir cip.
Meydan polislerce kapatılmış durumda. Bir yandan koşarak uzaklaşmaya çalışanlar; öbür yandan koşuşturan polisler ve yeri göğü yırta yırta hızla gelen, tepelerine MG-3 monte arazi aracı tipli polis araçları…
"Açılın ben doktorum" klişesi
Ana kapının önündeki güvenlikçi kulübesine çıktım, yanan aracın yan ve arkasına düşen alan görüş dışı, meydana doğru olan ön bölümde de onlarca asker-polis üniformalı kalabalık hariç hiçbir şey görünmüyor. Bir an “Gideyim!” diye düşündüm ama aniden orta yerde beliriveren “mavi pijamalı” bir tipi takarlar mı?.. “Açılın, ben doktorum!” klişesini kullanmaya kalksam nasıl bir muamele görürüm?.. Hem “sap gibi” gitsem ne yapabilirim?!..
“Bir sedye ve tıbbi malzeme isteyeyim?!..” diye saniye bazında düşünceler kafamdan akarken farkına vardım ki telefon, telsiz hiçbir şey almamışım yanıma. Nihayetinde zaten yeterince kural çiğnemiş durumdayım; üzerimde ameliyathane-yoğun bakım forma ve lastikleri, dışarıdayım. Dahası, sokaktayım! Bir de malzeme istersem medikal koordinatör ve “patron”um Michela’nın aklını oynatmazsa da beni “asacağı” kesin!..
Aklımda Sadi Sun hocamın tıp üzerine aforizması, “Kuralları çiğneyenleri, kurallar çiğner!”, indim aşağı. O anda da kendimi bizim güvenlikçiler tarafından sarılmış durumda buldum. Geri dönüp ameliyathane girişinde üzerimi değiştirdikten sonra içeri girdim. Beni gören Mubin heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatmaya çalışırken, eskiden yoğun bakım hemşirem, fakülteyi bitirip doktor olduktan sonra “junior” cerrah olarak çalışmaya başlayan Mujeeb (mucip işte) geldi sarıldı, “Seni sağ gördüğüme çok sevindim doktor Ercan!” diye!
Sonunda anlaşıldı ki saldırı Türkiye elçiliğinin önünde olmuş. Sivilleri o an bizden başka “takan” yok, ilk ağızda askeri tek yaralı olan asker de Bagram’daki Amerikan üssündeki hastaneye götürülmüş.
Bizim hastane “Mass Casualty” alarmına geçmiş çoktan ama yalnızca oradan geçerken yaralananlardan bir vatandaş geldi, durumu iyi. Sonradan Michela’nın ameliyathane dış kapısına geldiğini ve beni istediğini söylediler. O, resmi ve gayrı resmi kanallardan anında haberdar olmuş elbet. Ben etkilenmeyeyim diye baştan söylememiş, şimdi bilgilendirmek için gelmiş. Ben kendi hikayemi anlatırken önce beyaz olan teni biraz daha beyazlamaya başladı; sonunda, “Gitseydin seni öldüreceğimi biliyordun değil mi?!..” diyerek elindeki dosya ile vurmaya başlayınca kaçtım içeri mecburen!..
Şaştığım şey, Türkiye elçiliğinin tam karşımızda, yüz metre uzakta olduğunu öğrenmekti. Zira birkaç hafta önce vizemin uzatılması için bir kez gidip başvuruda bulunmam gerekmişti. Emergency’nin aracıyla giderken nasıl olsa “tur atma” gibi bir şansım olmayacağı için güzergahla ilgilenmemiştim. Yol 15-20 dakika çekmişti. Sonradan konuşlanmayı böylelikle anlayınca önce şaşırdım; ardından benimkisi trafik nedeniyle olduğundan her ne kadar “uymasa” da, memlekette polislerin, göz bağlı-kafa yerde vaziyette işkenceye götürülen devrimcilerin yer algılamasını engellemek için nasıl “ilgisiz” turaladıkları geldi aklıma…
"Bir insanın vücudu bu hale gelebilirmiş"
Şimdi size bir de “madalyonun öbür yüzü”nden bir aktarım yapayım: Cuma öğle sonrası, üç suları bu kez. Acil; gelen hastayı mutat olduğu üzere telsizden nöbetçi “international” hemşireye yönelik anonsladı. Erişkin erkek, mayın yaralısı: Kafa travmatize, göğüs travmatize, barsaklar dışarıda, inguinal bölge ve iki uyluk ön artı iç yan parçalanmış, sağ el total, sol el kısmen, iki ayak total travma nedeniyle ampute, hasta dolaşım şokunda! Olağanda önce nöbetçi “int.” hemşire gider, ardından kıdemsiz cerraha vakayı anonslar, sonrasında kıdemli cerrah ve gereğine göre ben, ameliyathane ve yoğun bakım devreye girer. Kağıt üzerinde üç cümleyi bulan bu silsile pratikte üç dakikayı bulmaz. Tabii anonslar bütün ekip ve ilgili birimlerin de haberdar olmasını sağladığından herkes kendine göre hazırlığını yapar.
Cerrahlar genelde ağır vakalar geldiğinde ya da geçende gelen üç soba zehirlenmesi gibi ne yapacaklarını bilemedikleri vakalar hariç beni acile pek çağırmazlar. Ben de ameliyathane–yoğun bakım aşamalarında sürece dahil olurum. Ama bu kez ilk anonstaki vaziyeti duyunca doğal olarak daha çağırılmadan hareketlendim. Acilde hızla ön muayenesi yapılan vaka oradan da hemen ameliyathaneye aktarıldı. "Biz"leri bile bir an duraklatıp yutkunduran; “Bir insanın vücudu bu hale gelebilirmiş ve hala da hayatta kalabilirmiş!” diye düşündürten dehşet bir görüntü...
Afganların bize benzeyen yanları
İki cerrah gövde yaralanmaları ile uğraşırken, bir diğeri de el-ayaklar ve kafa ile uğraştı. Dört saat sürdü salt "toparlama" ameliyatı. Yedi ünite kan verip orda durmak zorunda kaldık zira bankamızda hastaya transfüze edebileceğimiz gruplardan başka kan yoktu. Kapıdan aldığımız bilgiye göre yaralı ile birlikte yalnızca yaşlı bir kadın gelmişti.
Afganlıların bize çok benzeyen bir yanları da kan bağışlamaktan hiç hoşlanmıyor oluşları. Aynı bizim insanımızın kan istemeyi, kan bulunması için yardım istemeyi sevmesi ama bağışlamaya yanaşmaması gibi onları da, “Kan bağışlarsanız hastanıza kan verebileceğim ve yaşayabilecek!” diye mecbur etmediğiniz sürece kan almanız pek mümkün olmuyor.
Teyzem yaşlı, kan verebilecek durumda değil. Ama soruya yanıtı da hiç değişmiyordu, “Kabil’de yaşıyorlardı ve hiç akrabaları yoktu!”. Kimse şaşırmadı! Niye?!..
Niye’nin açıklaması şu: Travma vakalarıyla yıllarca ve kezlerce hemhal olduktan sonra; yaralanmanın yeri ve yara(ların) niteliğine bakarak hemen hemen şaşmaz bir öngörüde bulunabiliyorsunuz. Ve bu saptamaya bağlı olarak da ister istemez tıbbi ekip arasında bir bakış, bir mırıldanma, vücut dili yoluyla bir iletişim olabiliyor illaki.
İşte 29 yaşındaki bu genci masaya koyduğumuzda da herkesin hızla kendi işini yapıyor oluşu sırasında anlık bakışlar ve yorum hareketleri yapılıp ortak karar pekiştirildi: Çocukcağız bomba/mayın imal ederken elinde patlamıştı!
“Yok kimsemiz”
Nihayetinde yedi kez bulunmuşluğum söz konusu, saptamada bulunabilirim. Af-Pak insanının çok tipik bir çömelmesi var. Bacaklar ayrık, kollar iç yanda, popo “su içer” yakınlıkta ayrımla adeta yer ile yeksan! Ayakta durmalarını zorunlu kılan bir hal olmadığı sürece yeğledikleri çok tipik bir pozisyon. Hatta yapılana bağlı olmakla beraber iş yaparken bile çokluk aldıkları vaziyet bu. Şimdi öyle bir pozisyonda çömelik, ateşin karşısında durduğunuzu düşünün. Vücudunuzun nereleri daha çok ısınacaksa bir nedenle elde patlayan bomba da oraları hasarlıyor daha çok ki bu çocuğun harap olan yerleri de oralarıydı… Öylesi bir hal sonrası da sizi hastaneye yedi sülaleniz getirmiyor elbet ve dolayısıyla hiç “akraba”nız da olmuyor! Ameliyat sonrası yoğun bakıma aldığımda saat akşam sekizdi. Yedi ünite kan sonrası hemoglobini hala yerlerde sürünüyordu! Laborantın tercümanlığıyla yaşlı teyzeyle bizatihi konuştum ama ne demeye çalıştıysam olmadı. “Yok kimsemiz!” diyordu teyzem. Bizim genç serum, ilaç marifetiyle biraz daha gitti.. 22.40’da sıfırladı, ben de kabullenmek zorunda kaldım!
Altını çizerek söylüyorum; iki olgu arasında kesinlikle bağlantı kurmuyorum… Tek diyebileceğim, yedi gün-yirmidört saat aynı şeyleri yaşıyor olsanız da; aynı olgunun iki farklı veçhesini adeta “peş peşe” yaşayınca, ister istemez, “Hayat ne garip!..” diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz!.. “Kim ‘av’, kim ‘avcı’ hiç belli olmuyor!..”… Ya da bir anda, gerçekten bir an içersinde –iki taraf için de- değişiveriyor her şey ve “av” “avcıya”, “avcı” “av”a dönüşebiliyor!
"Tek kişilik hastane gibi çalışabilirim"
Artık “klasik” mertebesine erişmiş sorudur: Bir anesteziste sorarsanız, “En iyi cerrah kim?” diye, yanıt sektirmeden gelir, “Ölü cerrah!..”. Hoş, bir cerraha da sorsanız alacağınız cevap özne değişimi ile beraber hayatiyet bakımından aynıdır!
Bunun kadar klasikleşmiş bir anekdot daha var, bilinir. Ol rivayet sorulmuş, “Tanrı ile cerrah arasındaki fark nedir?” diye.. el cevap, “Tanrı, cerrah olduğunu düşünmez!”imiş! Hatta bir versiyonu da şöyle aynı hikayenin: Rivayet, soru sorulduğunda daha muhatabından cevap gelmeden gök gürültüsü gibi bir ses duyulmuş, “Ben asla cerrah olduğumu düşünmeye cüret etmem!”
Neyse, mesleki olanı dahil her türlü şovenizm bizden ırak olsun, birinci sorudan hareketle bir “ideal karışım” tecrübe eyleyeyim dedim. Malum, bizim memlekette anestezi ve yoğun bakım biliminin kurucusu Sadi Sun hoca da anesteziyi seçmeden önce cerrahi doçentiydi. Sonuçta; “international”-“local”, bizim pek mağrur cerrahlara, “O iş sizin dediğiniz gibi değil, gelecek ilk vakayı ben alayım da siz de görün nasıl olurmuş ‘ideal karışım’” diye meydan okudum!
Geldi erişkin erkek vaka, göğüsten bıçaklanma! Muayene, akciğer filmi, soktuk ameliyathaneye. Çift göğüs dreni koydum, yarayı debride edip kapadım, bitti iş! Benim teknisyen Hamid fotoroman gibi fotoğraflamış. Bir belgesel yapabilirim üzerine ama asıl düşündüğüm şey başka: Şimdi nöroşirürji mi, kalp-damar cerrahisi mi yapayım, seçim yapamıyorum?!..
Luca ve Michela’da beni destekliyorlar. Bilemiyorum, belki ikisini birden yapıp, sonrasında da tek kişilik hastane olarak da çalışabilirim!..
Bu arada bağzı çekemeyen kıskanç şahıslar, “Ercan acil durumlarda toraks dreni takmada deneyimli olmaya çalışıyor, ‘senior’ cerrahlar da onu eğitiyorlar, hepsi bu!” diye yalan söyleyebilirler, inanmayın!.. Meselenin aslı benim dediğim gibi!...
Faisal'ın durumu
Faisal’ı soruyorsunuz, o iyi. Artık namazını kıldıktan sonra tesbih de çekiyor. Bunun karşısına Ehsan’ı yatırdıydık. “İlginç” bir yaralanma idi o da: Sağ kaşın iç yanından giren kurşun çapraz aşağı gitmiş! Burun gerisinden damağı delip ağız tabanına, oradan boynun sol yanından boylu boyunca aşağı inip sol akciğeri de baştan aşağı kat ettikten sonra göğüs kafesinin sol yanında kaburgaların arasında durmuş. Toparlayabildik Ehsan’ı. Baktım bu ikisi karşıdan karşıya el kol işaretleriyle (ikisi de trakeostomili) konuşmaya çabalıyorlar; oturttum Ehsan’ı tekerlekli sandalyeye getirdim Faisal’ın yanına. Başladı bunlar kendilerince kaynatmaya. O ara sordurdum Ehsan’a, “Seni namaz kılarken rükuda, secde de mi vurdular?!..” diye!
Öyle ya, ne menem bir trasedir anlamak mümkün değil! Üniversite yolunda yürürken vurulduğunu anımsıyor bir tek, vuranı görmemiş. “Ben biliyorum seni vuranı!” dedim. Şaşkınlıkla boş bulunup elini kaldırarak sordu, “Kim?” diye. “Faisal!” diye yanıtladım. Ehsan’ın hiç bozmayıp parmağını Faisal’a sallayarak gülerken, bizimkinin adeta dehşet içersinde kuş gibi kollarını çırparak, “Hayır, hayır!” demeye çalışması hepimizi iyi güldürdü... İki gün sonra da ilk kez ağladı Faisal.
Murat (Hancı) ile yazışıp sorduydum. Rehabilitasyondan fayda göreceğinin kesinleşmesi üzerine ziyarete gelen patronu ile görüşüp durumu anlatmıştım. Bunun üzerine o da Faisal’ı Hindistan’a götüreceğini söylediydi. Günler geçti, yaprak kımıldamadı. En son gelen haber Faisal’ın hayatında hiç gitmediği Hindistan’ın polisinin kara listesinde olduğu, vize verilmediği idi... O aralar bir gün nörolojik defisit seviyesi kontrolü yapıyordum; hissediyor, hissetmiyor diye muayene ederken birden şıpır şıpır yaşlar boşalmaya başladı gözlerinden. İç çeke çeke sessizce ağladı. Dayanamayıp verdim ilacı uyuttum. Sonrasında Yusuf anlattı, babasına da, “Ya bir şeyler yapın, yapamıyorsanız da alın eve götürün artık beni. Herkes iyileşip gidiyor, bir ben kaldım burada!” demiş.
Michela’ya telefon edip patronla görüşmek istediğimi, önemli olduğunu söylemesini istedim. Ertesi gece gelmiş hazret. Haber verdiler, gittim hastaneye. Önde-arkada o “klasik” MG-3’lü iki Toyota pikap, her birinde Faisal’ın eski hali gibi boylu poslu, kalaşnikof ve tepeden tırnağa mermili 6, toplamda 12 adam; ortada panjuru ışıldaklı devasa bir siyah cip. İçinden çıktı bizim yeni yetme, “grand tuvalet”, ağzını yaya yaya aksanlı İngilizce konuşan “büyük patron”. Ne olduğunu sordum; bir sürü hikaye anlatmaya başladı, lafta mangalda kül bırakılmamasına rağmen pratikte hiçbir gelişme olmamasına mazeret olarak. Lafını kesip araya girdim. Ne dediğimi demeyeyim ama şu kadarını söyleyeyim, kendi usulümce konuştum, sonuçta anlaştık! Numaramı aldı, sonra Faisal’ı ziyarete geçti. İki gün sonra aradı ve bildirdi ki o alınamayan Hindistan vizesi alınmıştır! Şimdilerde son hamle için yol hazırlıkları sürüyor!
"Wife injury!"
Son hikaye geçen gece yarısından. Telsizden çağrı geldi, ameliyathaneye isteniyorum. Elime boş pet su şişesi alıp çıktım: Varsa odada elime bir tane alıp öyle çıkıyorum. Bahçeden geçerken de bizim “Rin Tin Tin”ler, Fluffy ve Sher’in uzağına atıyorum. Gündüz vakti elinden tavuk-kemik yedikleri adamı tanıdıklarından değil, karanlıkta atılanı bir şey sanıp o yana atıldığından bizim zeki köpekler, ben de kimseyi uyandırmadan dışarı çıkabilmiş oluyorum!
Neyse, hastaneye geçtim. “Soyunma” odasında giyinirken benim ekipten Ahmed gelip kurşunlanma vakası olan hastanın çok yaşlı ve şişman, kalp ve akciğerlerinin de sorunlu olduğu anlattı. Bir tempo başladık. Hazırlık, başlangıç, cerrahlarla konuşma … derken pek bakamadıydım hastaya. Sonra fark ettim ki bizim dede hakikaten hem iri, hem şişman!
Fazel takamadı, nazogastrik tüp takıyorum; elim-parmaklarım ağzında, yüzüm ona dönük. Beyaz tenli, cam mavisi gözlü, aksakallı bir dede! Her yanı gibi çene ve ağzı da iri; elim nerdeyse bileğime kadar ağzında soluk tüpünün sıkıştırdığı yemek borusundan nazogastrik sondayı geçirmeye çalışırken gayri ihtiyarı yüksek sesle söylendim, “Dede ne işin vardı senin gecenin bu saatinde silahlarla, kurşunlarla?!..” diye. Beni işiten “senior” cerrah Hedayat, özgün telaffuzuyla “duttur” diye seslendi adeta orta ölçekli havuz boyutlarında bir batına kolları dirseğine kadar girmiş uğraşırken, “Dedeyi vuran kim, biliyor musun?” Baktım yüzüne, cevabı bekleyerek. “Karısı!” dedi Hedayat! Nenem artık niyeyse tek kurşun sıkmış dedeme. Savunma amacıyla kalkan kol misal, sağ dirseği sıyıran kurşun göğüsten girip akciğeri kat etmiş, barsağı birkaç yerinden delip karın boşluğunda durmuş.
Şimdi bakıyorsun pamuk gibi bir dede! “N’oldu ki?!..” denilebilir, diye düşünülebilir ama neyse deyip sustum. Ama bakıyorum bakıyorum; yalanım varsa namerdim, hakikaten o “Şirinler” tiplemelerindeki sakallı dedenin ikizi adeta! Yalnızca rengi farklı, mavi değil inadına beyaz! “Dosyada 65 yazılmış ama oğlu yaşının 85 olduğunu söyledi!” dediler. Dosyayı aldım inceliyorum, gözüm isme takıldı: “Sherin”, Şirin yani!
Ameliyat sonrası gece yoğun bakımda tuttum dedeyi. Sabah ekstübe edip toparladım, servise gönderme hazırlığındayız. Şimdi, hastaların hikayesi aktarılırken sebep de söylenip öylesi adlandırılıyor ya; “mine injury, knife injury…” diye; insan her yerde ve koşulda yine insan, Yusuf yapıştırmış dedeye adı, herkes hınzır hınzır gülerek birbirine söylüyor: ‘Wife injury!’.
Selam ve muhabbetle…
Hamiş: Son fotoğraf, daha çok da öyküsü size pek yabancı gelmeyecek! O yamacımdaki “ekzantrik” sarıklı, giysili, kolyeli, yüzüklü muhteremle bir ziyaret günü tanıştım. Esrarlı hal ile hastaya yaklaştı, mırıl mırıl bir şeyler okuyup papazların buhurdanlığı sallaması gibi salladığı tespihini dokundurdu… “Nedir?” diye sordum benim hemşirelere. Hocam meşhurmuş! Varmış öylesi kerametleri; inanç ve ihtiyaç sahibi insanların arzusu üzerine gelip, özel okumalar yaparak hastaların iyileşmesini sağlarmış!.. E, biz de eşek değiliz ya; “İlmi”ni almanın mümkünatı yok ise de rica ettik, çekindik bir hatıra fotoğrafı!.. (ET/HK)
* Bu mektup Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde anesteziyoloji profesörü, yoğun bakım uzmanı Ercan Türeci'den gelen ikinci mektup. İlk mektubu 12 Şubat günü yayınlamıştık. Türeci "Sınır Tanımayan Doktorlar" örgütünde çalışıyor. Yılda birkaç defa dünyanın çeşitli yerlerine gidip insanlara yardım ediyor. Kabil'e İtalyan bir hekim örgütü olan Emergency'nin daveti üzerine gitti. Kabil'de üç ay çalışacak.