Yaklaşık 49 bin ölü, 14 bin kayıp, ki ölü kabul ediliyorlar; toplam 63 bin yitik hayat! 7 Ekim 2023’te Hamas’ın sınır ötesi harekâtına İsrail’in güya cevaben Gazze’de başlattığı katliamın Filistin yönetimince açıklanan kanlı bilançosu böylesi… Ölenlerin yüzde 70’ini de kadınlar ve çocuklar oluşturuyor.
Şu sıralar kâğıt üzerindeki görüntü Gazze’de ateşkesin olduğu. Ne ki bu; İsrail’in, Gazze ve Güney Lübnan’da nokta, işgal altındaki Batı Şeria’da ise bölgesel saldırılarını durdurmuş değil. Her ne kadar ülke ve dünya medyasında pek yer almıyor (El Cezire gibi bir-iki kaynak hariç) olsa da İsrail saldırılarının ve Filistinli can kayıplarının sürdüğü bir vakıa. Bu hal özellikle de şu sıralar Batı Şeria’da yoğunlaşmış durumda.
Çoğunlukla aynı “konumda” oldukları düşünülüyor ama aslında Batı Şeria’da işler epey değişik ve Gazze’dekinden başka türlü zorluklar söz konusu. Tarihi olarak 1949’dan bu yana tartışmalar, çatışmalar ve statü değişiklikleriyle süren Batı Yakası’nın hikayesi; en belirleyici hali 1967 savaşı ile işgal altına girdikten sonra yaşamış, yaşıyor.

Bugün itibariyle Şeria Nehri’nin batı yakasındaki Filistin topraklarının sadece yüzde 12’sinde Filistin egemenliği söz konusu. Yüzde 28’i Filistin-İsrail ortak yönetimi (siz bunu İsrail diye de alabilirsiniz) altında, yüzde 60’ı ise İsrail!
İşgal kadar önemli bir diğer sorun da illegal İsrail yerleşkeleri ve yerleşimcileri. 2023 yılında illegal yerleşke sayısı 12’si Doğu Kudüs’te olmak üzere 144 idi. Toplam illegal yerleşimci sayısı ise 700 binin üzerinde.
Batı Şeria’daki Filistinli nüfusu ise üç milyondan fazla.
Gazze nedeniyle biraz “gölgede” kalan bir diğer gerçeklik ise bölgede Ekim 2023 sonrasından 19 Şubat’a kadar olan sürede toplam 920 Filistinlinin hayatını kaybettiği… Hem İsrail askerleri hem de İsrailli illegal yerleşimciler tarafından öldürülen 920 can.
Bu tablo nedeniyle “Filistinliler İçin Tıbbi Yardım” (Medical Aid for Palestinians-MAP), bir çalışma planlamış. Batı Şeria’nın kuzeybatısındaki Tulkerim -ki saldırıların en yoğun yaşandığı yer- ile güneybatıdaki Dura kasabalarındaki Sağlık Bakanlığı hastanelerine tıbbi ekip göndererek hem yerel personeli eğitmek hem de aktif çalışma ile katkı sağlamak.

14 Şubat Cuma öğleden sonra Amman’a vardım. Karşılayıcılar arasında elinde “MAP – Jordan” yazılı kağıtla bekleyen arkadaşı (Ahmet, sürücü) görünce işaretleştik. Birlikte terminal önüne, dışarı çıktım ki… Zılgıtlar koptu! Davullar, hollolar, defler, darbukalar, gaydalar… Müzik, zılgıt, alkış kıyamet... Ortalık yıkılıyor. Ben işi dalgaya vurdum; Ahmet’e, “Bak, nasıl seviyorlar beni?!..” deyince o da kendini tutamayıp kahkahayı bastı.
Valla işin aslı şu; terminalde arada gördüğüm, çıkışta da arkama düşen işlemeli siyah cübbeli gençler meğer Kahire’de tıp fakültesinden mezun olup gelen genç meslektaşlarımmış. Hala aşiret kökenli aileleri de böylesi geleneksel karşılamış onları. Sonra zaten danslar, omuza almalara falan başladı, biz de biraz izleyip uzaklaştık.
Bizim ekip; İtalyan cerrah Roberto, Hint kökenli İngiliz yurttaşı anestezist Lina, Malawili ameliyathane hemşiresi Taweni ve benden oluşuyordu. Koşullar ve güvenlik nedenleriyle, iki ekiple Tulkerim ve Dura olarak planlanan çalışma, Tulkerim’de tek çalışmaya indirgenmişti. Planlanan travma eğitimi ve pratik için Dura Hastanesi tıbbi personelinin Tulkerim’e taşınması daha uygun görülmüştü.
Amman’da kaldığımız otelde cumartesi sabah 8.30’da başlayan brifingler akşama kadar sürdü. Genel durum, günlük hayattaki ilkeler ve dikkat edilmesi gereken şeyler anlatıldı ama altı vurgulanarak çizilen; durum ve ortamın her an değişebileceği, sürekli dikkatli olmak mecburiyeti, güvenli/güvende olma halinin kesinlikle tartışma dışı önceliği ve nihayetinde kesinlikle fotoğraf çekmeme gerekliliği idi.
Arkadaşım Abdülillah ile neredeyse on yıl önce; Uluslararası Kızılhaç (ICRC) adına gittiğim, Akobo/Güney Sudan’da tanışmıştım. O zaman ameliyathane hemşiresi idi. Sonraki yıllarda yine Güney Sudan’da ama farklı merkezde ve Boko Haram’ın alanı olan Maiduguri/Nijerya’da da rastlaşmış ve birlikte çalışmıştık. Yalnız bir farkla; zeki, eğitimli ve insan ilişkilerinde çok iyi bir adam olan Abdülillah, ICRC içinde kariyere başlamış ve artık yönetici olarak devam ediyordu. En son da Gazze katliamı başladıktan üç ay sonra gittiğim Han Yunus/Gazze’de bir araya gelmiştik tekrar.
Filistin kökenli olan Abdülillah’ın dedeleri yıllar önce Ürdün’e göç etmiş ve yerleşmiş. Sülalenin devamı artık Ürdün’de…
Onun gibi Filistin kökenli olup mecburi göç nedeniyle Ürdün’de yaşayan bir diğer arkadaşım ise Sayda/Lübnan’da birlikte çalıştığımız Sohaib idi. Oradayken, benim bir-iki sohbette maklube lafını etmem üzerine, “Bir daha Ürdün’e gelirsen beni arayacaksın! Anneme, en güzel maklubeyi pişirttireceğim senin için!” demişti…
Geleceğimden önceden haberdar olan Sohaib beni bekliyordu... Ama ne hikmetse; Amman’a varıncaya kadar Abdül’ü aramak aklıma gelmemişti. Brifingler arasında mesaj gönderdim, bitiş saatini ona bildirmemi, gelip beni alacağını belirten bir cevap aldım. Akşam beşte toplantı odasından dışarı çıktığımda Abdül beni lobide bekliyordu. Roberto ve Taweni’den bahsettim, arabasında ikimizin dışında üç kişiye daha yer olduğunu söyleyerek yanıtladı... Sabahtan beri mesaj atıp, yemeği kesinlikle evinde yiyeceğimi yazan Sohaib’i söyleyince de numarasını istedi. Sohaib’i arayıp konuştu. Sonra da eski şehir, “souk” turu, akşam yemeği... diye bir program yapmış olduğunu ama Sohaib’in ısrar ettiğini, o yüzden beraber oraya gideceğimizi, onun programı da Tulkerim’den döndüğümde yapacağımızı söyleyerek işi bağladı.
“Misafir, misafiri sevmez... Ev sahibi hiçbirini sevmez!..” denmiş ama o hakiki doğu kültürü için geçerli değil, bilindiği üzere. Biz, kendi arkadaşlarıyla buluşan Lina hariç, yanımıza Taweni ve Roberto’yu da alıp; Amman’a 30 km mesafedeki Zerka’da yaşayan Sohaib’lerin evine yollandık.
Hakikaten sıcakkanlı, hoş sohbet bir adam olan Abdül daha yolda muhabbetiyle Taweni ve Roberto’yu bağladığı gibi, evde de hemen ilk anda Sohaib ile kırk yıllık arkadaş gibi oldu.
Önce mırra geldi. Ben dört fincan içince, Abdül Arap kahve içme geleneğini aktardı:
Birincisi misafir için… İkincisi halet-i ruhiye için… Üçüncüsü kılıç için… Dördüncüsü… Dördüncü yok, içmeyeceksin!
Sonra kaselerde çorba, salata, iki tepside de maklube ve yerel mutfak özeli mensef geldi. Mensef geleneksel olarak kesinlikle elle yenirmiş... Benim derdim olmadı ama Taweni ve Roberto mecburiyetten kaşığa geçtiler.
Arkasından kurabiye ile tatlı karışımı ile dolu tabaklar... Derken badem-fıstık kaseleri… Tekrar mırra... Ardından ev yapımı mozaik pasta ve herkese maramialı (adaçayı), bana naneli çay... Ve nihayetinde Türk kahvesi!..
Sohaib, başka bir şey falan diyecek oldu, devam ederse onu döveceğimi söyleyip vazgeçirdim!..

Dönüşte tekrar buluşmak üzere sözleşip kalktık. Abdül bir taksi organize etti, şoföre oteli tarif edip parasını da verdi ve bizi uğurladı.
Pazar sabah sekizde otel kapısında toplanıp, Ahmet’in sürücülüğünde Allenby Sınır Kapısı yoluna devran olduk. Kırk beş dakikalık yolculuk sonrası sınır geçişinin Ürdün tarafında idik. Batılıların dediğidir, “Time flows slow, in the Africa!” diye... Ben onu Afrika yerine “doğu” sözcüğünü koyarak zikrederim. Bir saatlik lüzumsuz zaman sarfından sonra iki yan arasında taşıma işini yapan otobüslerden birindeydik. Kral Hüseyin Köprüsü’nü geçtik ki savaşlarla göç ettirilen Filistinlilere kesinlikle yasaktır bu köprü, artık işgal edilmiş Filistin toprağı ama İsrail hakimiyetine ayak basmıştık.
İsrail güvenlik kontrollerinden geçtik ve pasaport kontrolüne ulaştık. Benim yeşil pasaport için görevli kadın önce birini çağırdı, o da başka birini, o da başka birini… Nihayet beşinci adamın onayıyla iş çözüldü!.. Ya da ben öyle sandım!..
Bizim dörtlü ekibe bir kenara çekilip oturmamız, birazdan sorgulamaya alınacağımız söylendi. Bir saat kadar bekledik… Önce Taweni’yi bir asker alıp götürdü, sonra da beni.
Genç asker aklınıza gelebilecek her soruyu sordu bana. Elinde kağıt-kalem… Ama cevabı bir paragraf olan bir soru sonrası kağıda en fazla bir ya da iki kelime yazıyor, çoğu kez hiçbir şey yazmayıp artı-eksi gibi bir-iki çiziktirik atıyor… Eh, anlıyorsun elbette, bu sorgulamanın bir “semer dövme” operasyonu olduğunu, aslında bir sonuç almak, bir yere varmak gibi bir amacı olmadığını…
Bir saate yakın sorgulama sonrası, gidebileceğimi, oturup beklememi söyledi. Döndüğümde Taweni hala gelmemiş, Roberto sorguya alınmış, Lina ise hala da beklemede idi.
Zaman geçmek bilmedi; önce Roberto çıktı... Sonra Taweni! Roberto’ya eşi ve kızından dem vurulmuş, Taweni’ye ise Malawilinin buralarda ne işi olduğundan sual edilmişti… Aslında bu uzun, usandırıcı ve sinir bozan sorgulamalar sürpriz değildi. Brifingler sırasında sürekli uyarılmıştık; sınırda, resmi alanlarda, kontrol noktalarında, yollarda karşılaşacağımız olumsuz haller hakkında. Ve hep vurgulanmıştı; sakin kalacak ve hiçbir şekilde karşılık vermeyecektik. O ara beni sorgulayan asker geldi, çağırıp sonucu bildirdi: Adım, Tel Aviv’deki sivil toplum örgüleriyle ilgili merkez, “Bölgelerdeki Hükümet Faaliyetleri Koordinatörlüğü” (Coordinator of the Government Activities in the Territories-COGAT) bildirilmemişti, içeriye giremezdim!.. Elinde tutup bana verdiği küçük basılı kâğıtta COGAT iletişim bilgileri vardı ve gerekli prosedürü yapılıp onaylandıktan sonra durumum değerlendirilmeye alınabilirdi!.. Bütün bunların zaten yapılıp onay alındığını belirtmeniz işe yaramıyordu elbet. COGAT ile iletişime geçilmeliydi ama telefon edilmemeliydi çünkü telefon çalışmıyordu. E-posta göndermemiz gerekiyordu!..
Artık yerseniz!..
Aralıklarla aynı bildirim Roberto ve Taweni’ye de yapıldı. Saatler sonra nihayet Lina’yı da aldılar sorguya. Biz beklerken Etiyopya kökenli olduğu tecrübemle sabit sınır polisi elinde üçümüzün pasaportlarıyla geldi, bizi alıp dışarı çıkardı, şoförüne talimat verdiği araca bindirip Ürdün tarafına “deport” etti!
Lina’yı hiçbir şey yapmadan ve demeden iki saat daha tutup sonunda onu da paketlediler.
Kapıya gelişimizden on saat sonra yine kapı önüne bırakılmıştık!..
Bizi bekleyen Ahmet ile geri döndük. Otelde de MAP sorumlusu Lauree bizi bekliyordu. Hem Londra merkez hem de Amman’daki sorumlular saatlerce bir çözüm üretebilmek için aramalar ve görüşmeler yapmışlardı. Ama cevaben aldıkları, “Just bullshit!”, saçmalık idi. Tel Aviv, her şey usulüne uygun ve onaylı olmasına karşın en azından bir aylık bir yeniden değerlendirme sürecinden söz ediyordu ki, bu da Amman’da beklemeyi anlamsız kılıyordu.
Londra, Amman ve Tulkerim’in yaptıkları görüşmelerde varılan mecburi sonuç, misyonun iptali ve biz ekip üyelerinin geri gönderilmesi idi.
Cuma geldiğim Amman’dan pazartesi dönerken uçakta kafam takılan soru, üç gün önce uğurlayıp, üç gün sonra tekrar karşılarında görünce biraz dumura uğrayan Cerrahpaşalı arkadaşlarımın yüz ifadeleri karşısında aklıma gelen ve nihayetinde şu satırları yazarken yine düşündüğüm soru ile aynı: İmdi, bu tatsız sergüzeştin adına ne diyebilirim?!..
Başlamadan biten hikâye, yarım kalan hikâye, hatta çeyrek hikâye?!..
(ET/VC)