‘…
Bütün bunları yaşıyorum ama yazmıyorum artık.. Bir zamanlar, 'bu kadarı da olabiliyormuş!' diye çektiğim çocuk-erişkin vaka fotoğraflarını da çekmiyorum.. bütün onlar, bir arkadaşımın bir sohbette "hislerime tercüman olarak" dediği gibi, 'Her seferinde içimde tortular bırakarak ve benden de bir şeyler götürerek...' delip geçiyorlar...
Aslolan benim yazdıklarım, yazabildiklerim değil elbet.. aslolanın ne olduğunu ben demeyeyim de; bir başka "tercüman", bir kadim sevdiğimin daha bir kaç gün önce yazdığı mailden alıntıyla bitireyim:
'...
Resimler ve hikayeleri için teşekkürler...
Acılı bir dünyanın içinden, olabilecek en sevimli öyküleri aktarıyorsun bizlere...
Aktaramadıklarının yüreğinde bir düğüm olduğuna eminim.
Bir psikiyatr meslektaş geçenlerde bir yazı yazdı. Yazının başlığı "Hayat ne kadar?" idi. Yazı şu cümle ile son buluyordu: "Hayat belki de yalnızca bu kadardır!"
Her yerde orada yaşanan kadar, çocukların içlerine doğdukları savaş kadar, savaşın içine doğmuş çocukların hiç vazgeçmeden oynadıkları oyunlar, sevdikleri şekerler ve oyuncaklar kadar!!!...'
Böyle demişim, Kasım 2013’de Afganistan’dan yazdığım mektupta. O zamandan bu yana da “olağan” vakalarımızı ve hikayelerini yazmıyor, fotoğraflarını çekmeyip göndermiyorum. Kendimce “gülümser” olanları cımbızlayıp aktarmaya çalışıyorum. Sevenlerim de sağolsun, fotoğraflara ve anlattıklarıma bakıp, tatildeymişim gibi cevaplıyorlar ki, iyi, amaç hasıl oldu demektir!..
Emirgan çay bahçesi
Son bir kaç haftadır, özellikle akşamüzerleri fırsatım olursa köşeme çekilip soluklanmaya çalışıyorum. “Köşem” dediğim kampüsün arka bölümünde; odalar-barakalarla, tüm yerleşimi çevreleyen duvar arasındaki genişçe boşluğu, dallarıyla neredeyse kaplayan ulu ağacın altı.
Yeme içme mekânı olarak kullandığımız barakanın hemen önünde; kenarlar sivrisinek ağı, üzerinde bir beyaz bir siyah üst üste iki tente, altında uzunca bir ahşap masa ve plastik sandalyeler ile oturma alanımız var.
Tabağını alan, hemen kapı önü, orda da yiyebiliyor yemeğini ama çokluk sigara ve sohbet mekânı olarak kullanımda. Aslında bu sadece sabahın erkeni için düşünülebilecek bir hal.
Yoksa sabah on, on bir olunca çöken sıcakla birlikte tentelerin altı da dayanılmaz oluyor. Akşam olunca da sivrisinek başlıyor. Ne ki; bir önceki mektubumda söylediğim, sanırım Afrika ve sıcağının insana yerleştirdiği o tuhaf kayıtsızlık; ne boğucu sıcağı ne de sokula-kaşına oturur olmayı kaale alır hale getirdiği için, ekip arkadaşlarım orayı kullanmaya devam ediyor.
Ben de sohbet tamam ama az biraz nefes alabilmek için çadır altından uzaklaşıp ağacın altına doğru giderdim. Epey yaşlı, yükselen ve uzanan heybetli dallarıyla geniş alanı kaplayıp gölgesini esirgemeyen, e Afrika, bol miktarda kuş cıvıltılı bir ulu ağaç. En azından daha az sıcak hatta arada hafif esintili.
Tek olumsuz yan, ortalığın; inşaat artığı hurdalarla, envay-ı çeşit plastik ve kağıt çer-çöp ile kaplı olmasıydı. Önce alan sorumlusu Sven (Nijerya) ile konuştum; bu hurda ve çöp yığını kaldırılırsa, bahçenin en güzel yerinin herkes için güzel bir oturma ve soluklanma alanı olacağına dair. Olumlu baktı ama ardından bir değişiklik olmadı. Sonra “wat-hab” sorumlusu Baseem (Besim, Suriye) ile, sonuç yine aynı idi. Sonraki cumartesi, hastaneden geldikten sonra giydim iki ameliyat eldivenini üst üste, önce çöpleri ameliyathaneden getirdiğim kalın çöp torbasına doldurmaya başladım.
Sonra da demir ve ahşap yığının parçalarını çeke çeke bahçenin uzak ucuna, duş-tuvalet rezervuarlarının olduğu köşeye taşımaya. Yarım saat sonra Besim bitti yanıbaşımda; bırakmamı rica edip işi yapacaklarını, ağır parçaların sırt ağrısına ve sakatlanmama yol açacağını söyleyerek. Her gün birkaç parça taşırsam, onlar başlayana dek zaten biteceğini; hekim olarak kendimi kollayabileceğimi söyledim, gitti.
Yarım saat sonra, büyük bir putreli kan ter içinde sürüklerken, ‘Lütfen Ercan!’ diye bir ses işittim. Baktım Sven. Ekip ayarladığını, büyük olasılık pazartesi geleceklerini ve alanın temizleneceğini söyleyip bırakmamı rica ediyordu. Lütfen kelimesini kullanmamasını rica edince, ‘Ama senden önce kullandım ve bir kez daha söylüyorum, lütfen bırak. Sana söz, ben temizleteceğim!’ dedi. Bıraktım. Hakikaten o hafta ortalık temizlendi, ağaç ve çevresi daha bir güzel ortaya çıktı.
Juba’dan gelen yiyecek kargosunun iki kolisini birleştirip, ameliyat masası örtüsü ile kaplayarak bir masa yaptım, iki de plastik sandalye; “Emirgan aile çay bahçesi” (demleme, güzel bir çayı ne çok özledim) hazırdı. O zamandan beri; sabahın erkenleri ve serbest olabildiğim akşamüstleri oturup soluklanma, okuma ya da hiçbir şey yapmadan doğayı dinleme mekânım orası. “Şelale”si de var!.. Biraz gerisinde, yüksekteki su deposunda şamandra yok.
Santrifüj suyu basıyor, heybetli tank dolup taşınca on metre yukardan aşağı sular akmaya başlıyor olanca gücüyle. Ta ki görevlilerden biri fark edip, depoya giden vanayı kapatıncaya kadar. Yere de ekip, “Ercan’ın köşesi!” adını taktı. Ne kadar, ‘Yahu ne mülkiyeti? benim değil, hepimizin’ desem de, bana sormadan gidip oturmuyorlar!
İşte köşemde oturup, gözümü ve kulağımı doğaya bıraktığım zamanların son birkaç haftasında gözüme takıldı kuşlar. Yok, her zaman gördüğüm üveyikler, “smokinli” kargalar, “hammercock” adlı ilginç kafalı irice kuşlar, leylek familyasından gibi duranlar ve burda gökyüzünün hakimi olan doğanlar ile aktarılamayacak çoklukta renk ve şekilleriyle ama hep ufakça olan kuşlardan değil bunlar.
Martı büyüklüğünde ama daha ince silüetli beyaz kuşlar. Henüz konmuşunu göremediğim için bir fikrim yok. Ama herkesler dururken onlar göçüyorlar gibi gözüküyor.
Zira hep o bildik ters “V” şeklinde ve aynı doğrultuya uçmaktalar. Biz göçün güneye, sıcağa olduğunu öğrendik ya, bunların yönünü anlayamadım bir türlü.
Güneşi kerteriz alarak yapmaya çalıştığım yön belirlemelerinde önce batıya uçuyor gibiydiler. Şimdilerde ise güney batı ve kuzey batı gibi görünüyor. Telefonu pusula yapıp da bakmadım doğrusu. Ama kadim içgüdüleri ile göçüyorlar işte menzillerine doğru.
Gloria
Süreler tükendikçe biz de de başladı, Akobo’dan “göç” hareketlenmesi!. Önce acil ve çocuk koğuşları hemşiresi Gloria’yı uğurladık. Harbi Sicilyalı, hamurkar, ‘ne pişireceksin bizim için Ercan?’ sorusuna, ’Anca makarna’ cevabına hiç bıkmadan gülen, onca yoğunluk sonrası üşenmeden hamurlar yoğurup, soslar hazırlayıp pizzalar, makarnalar yapan, mutfağa giderken, ‘beş dakika sonra gel!’ diyen ve gittiğinde yaptığı harbi espressoyu fincanıma doldurup gönderen; egzersiz arkadaşım, sarılıp vedalaşırken, ‘artık istanbul’da da bir evin var, unutma!’ dediğimde sicim gibi göz yaşı döken, çalışkan, özverili ve sıcacık kalpli Gloria.
Egzersiz arkadaşım dedim ya, o ayrı bir hikaye. Bizim kampüs garajının bir köşesindeki depoda, başka yerlerden hurdaya çıktığı için gönderilen bir egzersiz bisikleti ve ağırlık kaldırma teşkilatı var.
Fırsat buldukça gidip biraz hareket olsun diye pedal çeviriyorum. Pazarlar ve geç saatlere kadar çalıştığımız günler hariç her akşam egzersiz yapıyordu Gloria. Boylu poslu fiziğinin hakkını da tam anlamıyla vererek. Tabletine yüklü 5 egzersiz videosu var, boks ve kombat ağırlıklı!
Gününe göre birini seçip bir saat boyunca tüm seti aynen yapıyordu ki ben pedal çevirirken izlemesi bile yorucu olduğu için başka yerlere bakar, tel örgü duvarlardan havada uçuşan kuşları, gezinen kertenkeleleri izlerdim. En çok güldüğüm de, geçici görevle gelen hevesli arkadaşlar olurdu.
Zira; ekibin daimi üyeleri zaten öğrendikleri için sokulmazlardı bu seansa, Gloria ne kadar çağrı yapsa da. Ama bu ara ara gelip giden arkadaşlar, başlarına neyin geleceğini bilmedikleri için Gloria’nın gayet halisane yaptığı birlikte egzersiz davetine icap ederlerdi. Sonucun değiştiğine hiç tanık olmadım: En babayiğidi on dakika sonra; dil bir karış dışarda ve nefes nefese, gözler yuvalarından fırlamış, yüzde bir “yandım Allah” ifadesi ile tel kapıdan son bir gayret çıkıp uzaklaşırdı!
Evet, Gloria önceki hafta gitti. Bu hafta sonu cerrah Bhavna, ben ve Besim; önce Juba’ya indirileceğiz. Brifingler, raporlar sonrası da herkes evinin yolunu tutacak. Böylelikle eskilerden arkadaşım, başhemşire David (İsveç) hariç, cerrahi ekip çoğunlukla değişmiş olacak.
Çatışmalar
“Medevac”, tıbbi tahliye anlamında İngilizce iki sözcüğün kısaltması. Biz zaten mobil cerrahi tim (MST) olarak periferideyiz. Ama; Dinka, Nuer, Shiluk, Anuak, Murle, Chai, Oduk… salt benim öğrenebildiğimce en az 22 kabile olan Güney Sudan’da; periferi durulsa da, periferinin periferisinde birbirleriyle dalaşmaları bitmiyor.
Bir neden olmasına gerek yok, tarihi ve toplumsal olarak birbirlerinden hoşlanmıyorlar; artı, bir diğer kabileye saldırmak, üyelerini öldürmek, sığırlarını çalmak bir gelenek ve kültür. Çoğunca da eril bir güç, gövde gösterisi. Sonuçta, bizim de kırsalımız olan uç alanlarda gelişen çatışmalar sonucu yaralılar helikopterle toplanıp bize ulaştırılıyor. Hafta başı mesaj aldık; “medevac”, 3 yaralı diye. Murle mensupları bir Nuer köyünü basıp 7 kişiyi öldürmüş, üçünü yaralayıp gitmişler. Getirilenler acile ulaştığında haber verildi. Bhavna ile değerlendirmeye gittik.
Ben birinci yaralının başından diğerlerine yöneldiğimde kalabalık bir manzara beni bekliyordu. İkinci olan kız çocuğu dokuz yaşında. AK-47 kurşunu, önden arkaya bütün perineal alanı, dolayısı ile üreme ve boşaltım sistemi organlarını parçalamış. Bhavna yatak başında; CO (Clinical officer) ve hemşirelerden oluşan kalabalığa, tablonun çok ağır olduğunu, üst üste birkaç cerrahi operasyon gerekeceğini ve sürecin en azından altı ay süreceğini anlatmaya çalışıyor ve annenin kesin tıbbi onamını istiyordu. CO ve hemşireler de sırtı bana dönük anneye söylenenleri aktarıp iknaya çalışmaktaydılar.
Geriden bakınca bel ve bacak boyu mesafesi benim omuzlarıma denk gelen annenin yüzünü kalabalığa dahil olunca anca görebildim: Olsa olsa 15-16 yaşlarında bir çocuk! Gayrı insiyaki itiraz ettim, ‘Neyi, kime anlatıyorsunuz da onay almaya kalkıyorsunuz?!.. neyi anlayacak da parmak basacak, kendi çocuk daha!’ diyerek.
5-6 kişi bağır çağır bir şeyler anlatıyor, bu garibim şaşkın gözlerle bakmakta… İş uzadı, ben ameliyathaneye geri döndüm. Küçük kız yarım saat sonra ameliyathaneye getirildi. Ruhen de öylesi travmatize olmuş ki monitörizasyon için dokunduğumda bile çığlık çığlığa ağlıyor. Annesi yanında olursa katkısı olur diye “anne”yi içeri aldırdım.
Şeytan dürttü, ‘Onun, bu çocuğun annesi olduğuna inanamıyorum! Kendisi çocuk bir kere.’ dedim. Hemşireler Baro ve Char itiraz ettiler, annesi diye. ‘Sorun o zaman bakalım’ dedim, ‘30 sığır, 30 sığır deyip duruyorsunuz, kaç sığır almış babası onu verirken?’. Bunlar sordular, kızcağız duyulur duyulmaz bir şeyler söyledi. Baro ve Char bana döndüler, ‘Tam 100 sığır almış, dr Ercan!’.
Macher
Macher 2 yaşında. Sol elinden ve bacağından yaralı idi geldiğinde. Daha konuşamıyor ama cıvıl cıvıl. Kendince çıkardığı bilumum sesler arasında söyleyebildiği tek sözcük, Nuerce selam sözcüğü Male.
Onun yarattığı bir ritüelimiz var, bütün hastaneyi gülümseten. Ne zaman ameliyathaneden çıkıp koğuşlara doğru yönelsem; seninki çocuk koğuşunun oralardan bir bağırtı ve çığlıklar ve düşüp zarar görecek diye insanın ödünü koparan yalpalamalarla koşup, bana doğru kopuyor. Önce gelip bacaklarıma sarılıyor, aradan geçip bir tur atıyor, sonra da sağlam elini bana uzatıyor.
Şaşırdığım balon ya da şeker, hangisiyse alıyor; anlamasa da ben, ‘Hadi git annene’ deyinceye kadar bir parmağımı tutup benimle yürüyor. Git dediğim anda da yine o sevimli ama korkutucu depar ile yallah koğuşuna…
Karıncalar
Burada anlayamadığım şeylerden biri de karıncalar. Daha doğrusu bazı halleri. Bir sabah bakıyorsunuz bahçenin bir yanından diğer yanına minik tren yolu gibi bir hat! Yakından bakınca anlıyorsunuz, binlerce karıncanın sürekli hareket halinde gidip geldiği, bir şeyler taşıdığı bir hat bu. Kah toprak üstünde, kah altında.
Muazzam bir çalışkanlık ve devinim. Anlayamadığım o değil elbet. Onlar kendi halinde, biz kendi halimizde günler akarken arada bilmediğimiz bir şeyler oluyor; kampüs bölümlerinin bazıları aniden işgale uğruyor. Hiç abartmasız binlerce karınca her yeri sarıyor, ayak bastığınız anda sizi de. Korku filmi gibi adeta. Ne oluyor da rota değişiyor, hiç uğramadıkları yer(ler)e sardırıyorlar, hiç belli değil. Mesela ilk iki ay bir şey yoktu sonra bir akşam telsiz anonsu alırken bir anda benim odamın her yanını sardılar. Döşeme, duvar panelleri… kollar halinde her yerdeler.
Giderek benim de içimde… Soyunup giysi değiştirdim mecburen zira felaket ısırıyorlar. Bir kutu ilaç sıktım, her rotaya her köşeye. Dışardan da panel aralıklarına limon dilimleri koydum…
Bütün gecem mecburen uykusuz, mücadele ile geçti. Farklı zamanlarda iki başka odaya daha sardırdılar ve bir kez de duş-tuvalet bölümüne. Sıkıysa git! Ertesi gün ya ortalık binlerce karınca ölüsüyle dolu kalıyor ya da hiç iz bırakmadan yine kaybolup gidiyorlar. Niye geldiler, niye gidiyorlar hiçbir mantıklı açıklaması yok. Yerliler dahil kimse bir açıklama getiremiyor.
Pazar ayini
Kampüs ile hastane arasındaki kısa mesafe yolun karşı tarafında, teneke duvarlarla çevrili bir alanın gerilerinde, Akobo’nun tek kilisesi var. Akşam altıda, hava karardıktan sonra çıkabildiğimiz kimi günlerde; org ve “ritm-box” karışımı disko müziği gibi bir müzik geliyor karanlığın içersinden.
Pazar ayinlerinde ki sabah 07,30’da başlıyor ve iki saatten fazla sürüyor, köşemde isem duyabiliyorum kah aynı minval müziği kah da göklere yükselen canlı şarkı seslerini. Pazarları sabah on suları bir kontrol viziti yapıyoruz Bhavna ile. Biz giderken her yaş ve cinsten insanlar, rutin gördüklerimize kıyasla göz alıcı giyinmiş, çoğunluğu ellerinde-kafalarında plastik sandalyeler (minikler de minik sandalyeler ile); biten ayin sonrası yola göre yan taraftaki bahçe kapısından çıkıp yukarı ve aşağı doğru dağılmakta oluyorlar. Merak bu ya, alan sorumlumuz Sven’e izlemek istediğimi söyledim.
Kilise yetkilileri ile bir görüşmesini, sakınca görmeyip kabul edecekler ise elbet. Birkaç gün sonra haber getirdi Sven, beni aralarında görmekten memnun olacaklarmış. Pazar sabah her zamanki gibi erken kalktım, ekstradan traş oldum ve yedi civarı gittim kiliseye. Kapıdan girince geniş bir bahçenin hemen giriş solunda bir kaç tukul, sonradan bir bölüm görevlinin yaşadığını öğrendiğim. Klasik dikdörtgen biçimde küçükçe kilise binası bahçenin sağ ön yanında.
Gerilerde bir ağaca yaslanıp izlemeye başladım açık alandaki ayini. Bulunduğum yerden kiliseye doğru bakınca solda kadınların, sağda erkeklerin oturduğu düzgün sıralanmış plastik sandalyeler.. kadınlar grubunun gerisinde minik sandalyelerde oturan minikler.. yere serilen plastik kilimlerde oturan küçük çocuk ve bebeli kadınlar… Olumlu anlamda söylüyorum; eşiktekinden beşiktekine, insanı gülümseten renk ve kombinasyonlarda giysiler epey “ezber bozucu” görünüyor, hal ve şartlar itibariyle. Ama herkesler de; özenli, güzel ve göz alıcı olma düşüncesi belirgin yansıyor.
Bizim bildiğimiz, gördüğümüz türden cüppeli-giysili papazlar, yardımcıları yok. Ancak anlatması zor bir şekilde kıyafetleri ile diğerlerinden ayrılan ve “görevli” olduğu anlaşılan insanlar arada bir gelip oturma alanına geçmemi söylediler, kimseyi rahatsız etmek istemediğimi söyleyip kibarca reddettim.
Sonra bir ikisi sandalye ile geldi; kadınlara, yaşlılara vermelerini rica ettim. Nihayet “başyardımcı” gibi görünen zat geldi, itiraza mahal bırakmadan kolumdan çok kibar bir biçimde tutarak beni götürüp sundurma altına sıralanmış, kalabalığın karşısındaki sandalyelerden birine oturttu. Bu yerleşimden bakınca karşımızda oturan cemaat yarım ay biçiminde yerleşik idi. Sağdan sola; haftasına göre yeşil tişört, sarı veya beyaz gömlek-siyah pantolon ve yeşile mavi, beyaza kırmızı kravatlı erkekler ile beyaz gömlek-siyah etekli kadınlardan oluşan evliler korosu..
Üzerinde sarı haç olan mor önlük ve altında yine sarı elbise ile bekar genç kızlar korosu, beyaz elbise mavi sarili “mama”lar grubu, mamaların ardında kadınlar ve çocuklar ve artık ortadan en sağa gençler ve erkekler. “Protokol” bölümü ile ana grup arasındaki boşlukta ise; sağda önünde tahta sandık olan kürsü, sol çaprazımda rahip var. Solumda ise konum ve halleri yanısıra ceplerindeki uydu telefonlarla geride bekleyen iki metrelik askerlerden Akobo’nun yöneticisi (:Commissioner) ve yardımcıları oldukları anlaşılan zatlar yerleşik.
Sonraki iki saat kimi bildik, kimi değişik hallerle geçti. Rahip konuştu, “commissioner” konuştu… konuşma aralarında erkekler korosundan bir kaçı org ile son derece ritmik bir müzik çalarken herkes sürekli dans edip ilahiler söyledi.. önce mamalar sonra genç kızlar korosu sahne aldı..
Ortamın yavaşladığı her anda sahneye çıkan genç rahip mikrofonu eline alıp tıpkı amerikan film-dizilerinde gördüğümüz gibi ajitatif (olduğu belli olan) sorular ve konuşmalar ile cemaati ateşliyordu. Sonra tekrar ilahi ve dans…
Bir ara erkekler korosu mensubu olduğunu orada gördüğüm bizim hastane yerel yöneticilerinden Bhan mikrofonu eline alıp insanlara bir şeyler söyledikten sonra yanıma geldi, ‘Bir konuşma yap, dr Ercan, ben çevireceğim!’ diyerek elime tutuşturuverdi mikrofonu. Eh, başa gelen çekilir; yağmur yemiş bıldırcın misal çaresiz kalktım ayağa. Onlarda “gaz” faslı hep “hallelujah” ile başlıyor, gözlemle sabit; ben de, ‘Hallelujah ve selamünaleyküm!’ diyerek başladım! Sonuçta böylesi bakıldığında; “patikalar” farklı da olsa varılan “menzil”in tek olduğunu, gösterdikleri konukseverlikten ötürü de müteşekkir olduğumu söyleyip kısadan bitirdim. Sonra yine devam; kah evliler, kah bekar genç kızlar, kah mamalar grubundan kah da hep beraber şarkılar, Afrika ritimleriyle danslar… Bir tek şey hiç değişmedi: para vermek!
Kürsü önündeki sandığa ki kilisenin genişletilmesi içinmiş, mamalar sahne aldığında ortaya çıkan bir özel sepete ki mamalar grubu faaliyet desteği içinmiş, korolar ve veya konuşmacılar sahne aldığında ortaya çıkan iki kişinin bohça gibi tuttuğu mor kumaş içine ki yine kilise ve faaliyetleri içinmiş…
Sonuçta insanlar bir yandan şarkı söyleyip dans ediyor, aynı anda da sıraya girip artık sandık, sepet, bohça her neyse para atıyor. Bir kişi en az dört kez para veriyor. Ayinin Afrika usulü şarkı, müzik, dans içermesi yanısıra hoşa giden bir diğer yan da şu: Herkes parayı avucunun içinde gizleyerek atıyor, bizde olanın tersine kimin ne kadar verdiği belli olmuyor.
Yanımdaki yaşlıca amca arada bir konuşmaları özetleyip çeviriyordu bana. İki saatin sonunda baktım cuş-u huruş devamda, amcaya, ‘çıksam ayıp olur mu?’ diye sordum. Rahat olmamı söyleyince önce ona, sonra da kalabalıkta gözüme ilişen başyardımcıya teşekkür edip çıktım.
Onca yoksulluğa ve yoksunluğa rağmen bir gayret para vermelerinin bana tanıdık geldiğini düşündüm yolda, niyeyse?!..
Bhavna ile konuşuyorduk geçenlerde, ‘Dikkatli olalım artık, giderayak Covid’e yakalanıp Juba’da karantinada kalmayalım, eve gideceğiz derken!’ diye. “Çalışmadığımız yerlerden” geldi sorular!
HIV ve sıtma
Sorunsuz defalarca yaptığım halde bir spinal anestezi sonrası hastada kullandığım enjektör iğnesi bana batıverdi. Afrika’da HIV, Hepatit B ve C üçlüsünden çokluk ikisi ama en az biri adeta standart olduğu için böylesi durumda kaşlar kalkıyor ister istemez. Sahra kiti ile hastada yapılan testler negatif çıktıysa da, “Post Exposure Prophylaxis Kit (PEP)” denilen kite başlıyorsun, önlem olarak. Günde iki kez toplamda dokuz hap yuttuğun, 28 günlük dörtlü antiviral tedavi kısaca. Başladım. Ve o zamandan beri ağzımda sürekli teneke tadı, midemde inceden bir bulantı; devam ediyorum.
Bhavna’nınki fiziki olarak daha kötü oldu. Perşembe vücudundaki sinyallerin farkına varınca test yaptık; pozitif, sıtma! Cuma ilk iki vakayı yaptık. Devam edemeyince kampüse döndü. Sonrasında ve cumartesi hiç yataktan çıkamadı. David ve ben bir şeyler taşıdık ama sadece su içip çok az meyve yiyebildi.
Cumartesi gece sezaryen gelince mecbur topladık yataktan. Serum setinin bir ucunu benim mataraya, diğerini maskenin yanından ağzına uzattım; kah içire kah şakır şakır akan terlerini silerek devama çalıştık. Anneyi görünce, ‘İkiz mi bu?’ diye bizi düşündürten bebek de epey yorunca ki beş kiloluk tosuncuk idi, zar zor çıkarabildik; forması sırılsıklam olan ve artık tükenen Bhavna karın duvarını geç primer kapamaya (DPC) bırakıp çıkmak zorunda kaldı. Bembeyaz olduğu için derlenme sedyesine yatırıp tuttum biraz. Sonra kampüse.
Odasında akut sıtma ve destek tedavisine devam ettik. Pazar sabahı köşemde kitabımı okurken geldi yanıma. Toparlanmış, rengi-radesi yerinde, yüzünde o bildik tebessümü. Anlatmaya başladı; üç gündür yaşayıp düşündükleri, duyumsadıklarını. Özellikle de bir gece önceki bölüme gelince, ‘Bütün hayatım boyunca kendimi hiç bu kadar zayıf ve güçsüz hissetmemiştim Ercan!’ derken ağlamaya başladı, gözlerinden ipil ipil akan yaşlarla… Kolunu tutup, ‘Güçsüzlük değil o!’ dedim usulca, ‘insan olmak.. onun içinde buradayız zaten; herkesin, Allah’ın bile unutmuş göründüğü bu yerde!..’
“Coğrafya kaderdir!” diyen İbn-i Haldun’a da, hemfikir olmayanlara da selam olsun. Yaşadıklarınız ve yakaladıklarınız arasında sevgiyle sıcak kalın, sağlıcakla kalın. (ET/AS)